Bir Medeniyet Mozaiği: Osmanlı Hoşgörüsü

Asırlarca gayrimüslimlerle iç içe yaşayan, müsamaha kültürünü ecdadından hayat tarzı olarak miras alan bir anlayış. Hâkimiyet kurulan topraklarda, cebir ve güç kullanmadan onları Allah’ın birer emaneti sayıp, himaye eden bir hükümdarlık. Kısaca Osmanlı hoşgörüsüne göz atmaya ne dersiniz? 

 

TUĞBA KAPLAN – YENİ BAHAR DERGİSİ / Sayı: 66 | 17 Mayıs 2012

Birçoğumuzun geçmişinde Ermeni, Rum, Arap, Kürt, Yahudi, Hristiyan, Çerkez ya da Laz bir arkadaşı veya komşusuna dair bir anısı vardır. Osmanlı’dan günümüze kadar gelen hoşgörünün bir göstergesi olan bu anılar, şimdilerde ne ölçüde yaşanıyor merak konusu. Farklı din ya da milletten dostlukların olduğu yüzyıllar öncesine dayanan ilişkileri bu denli farklı ve kalıcı kılan etken neydi? Geniş topraklara sahip Devlet-i Ali Osmaniye bu kadar milletle nasıl bir arada yaşayıp, onların haklarını gözetebilmişti? Peki Osmanlı’daki hoşgörünün aynısını günümüz için beklemek doğru mu? Türkiye Cumhuriyeti bayrağı altında bulunan millet ve farklı dinî gruplarla iletişimimiz nasıl olmalı? İşte bütün bu soruları yanımıza alarak konuyu uzmanlarına danışalım istedik. Koskaca bir imparatorluktan günümüze gelen hoşgörü söz konusu olunca, kelimelerimiz havada kalmasın, manaya ersin diye düşündük.

Osmanlı Devleti için hem kendi kültür ve değerlerini koruyup hem de başka millet ve gruplarla temasa geçmekten sakınmadığını söylemek mümkün. İmparatorluğun, çatısı atında bulunan bütün din ve milletleri kendi konumlarında kabul ettiği aşikâr. Öyleyse bir medeniyet beşiği gibi neydi bütün milletleri Osmanlı çatısı altında toplayan? Belki de Osmanlı’yı tam anlamıyla devlet yapan unsurlardan biri olan şüphesiz ‘hoşgörüsü’ydü. Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sait Öztürk, Osmanlı’da, çağdaş demokrasilerin temeli olan müsamahanın tüm sınırlarını zorlayan bir yönetim anlayışının hakim olduğunu anlatıyor. Ona göre bu anlayış salt Osmanlı yönetim geleneğinin bir ürünü olmaktan çok İslâm’ın belirlediği ilkelerden kaynaklanıyor ve hicri birinci asırdaki uygulamalara dayanıyor. Zira Osmanlı hoşgörüsünün temelinde gönülden bağlı oldukları dinin böyle bir davranış biçimini emretmesi geliyor.

HOŞGÖRÜNÜN TEMELİNDE

MEDENİYET MİSYONU YATIYOR

Osmanlı’daki hoşgörünün temelinde yatan şüphesiz birçok etmen var. Biliyoruz ki imparatorluğun ve toplumun İslâm temelli olması bu etkenlerden biri. Prof. Dr. Sait Öztürk, konuyla ilgili Efendimiz (aleyhi ekmelüttehaya) dönemindeki sözleşmeleri hatırlatıyor. Medine sözleşmesinin 25. maddesinde yer alan “Yahudilerin dinleri kendilerine, Mü’minlerin dinleri kendilerinedir.” ifadesi, dinimizin hoşgörü denizine en güzel örnek. Bu anlayışın İslâm tarihi boyunca gelen yönetimlerin en fazla dikkat ettiği konu olduğu yadsınamaz bir gerçek. Osmanlı’nın da söz konusu anlayışı devam ettirmekte tereddüt etmeyip kuruluşundan yıkılışına kadar bu ilkelere sadık kaldığı ortada. Zira Devlet-i Ali farklı uygulamalara yönelmiş olsaydı bugün var olan kültürel ve etnik yapıların pek çoğu Osmanlı kimliğinin geniş potası içinde erir giderdi.

İstanbul Kültür Tarih Araştırmaları Merkezi’nde Tarihçi-Yazar Dr. Süleyman Faruk Göncüoğlu’na göre Osmanlı büyük bir medeniyeti müsamaha ve birlikte yaşama kültürü ile bir araya getirdi. Osmanlı’nın medeniyet misyonu, bu hoşgörünün temelinde yatan etkenlerin başında geliyor. Bunun yanı sıra Devlet-i Ali’nin bünyesindeki halklara müsamahası, Doğu toplumlarının geçmişten bu yana kapalı toplumlar olduğuna dair yerleşmiş algıyı da yıkıyor. Ehli sünnet bir devlet olması da bu olgu üzerinde büyük rol oynuyor. İmparatorluğun geçiş noktasında yer alması, milletlerle ekonomik ilişkileri hoşgörü ile yürütmesi aynı anlayışı günümüze diyalog formunda taşıyor. Hoşgörünün milletlerle her anlamda alışverişte bulunmak olduğuna değinen Göncüoğlu, Osmanlı’nın medeniyet mozaiğinin, güdükleşip kısırlaşmasına izin vermediğini anlatıyor. Öyle ki yabancıyı, farklı olanı kendi konumunda kabul edebilen Devlet-i Aliye’de II. Mahmut döneminde II. Patrikhane kurulmasına ilk kez izin çıkmıştı. Bunun yanı sıra II. Mahmud’un 1837 yılında Şumnu’da yaptığı bir konuşma, Osmanlı sultanlarının gayrimüslim topluluklara bakışını yansıtan yegane örnektir:

“Siz Rumlar, siz Ermeniler ve siz Yahudiler hepiniz Müslümanlar gibi Allah’ın kulu ve benim teba’amsınız. Dinleriniz başka başkadır. Fakat hepiniz devlet kanunlarının ve irade-i şahanemin himayesindesiniz. Size tarh edilen vergileri ödeyin. Bunların kullanılacakları maksatlar sizin emniyetiniz ve refahınızdır.”

Ermeni Lion’ demezdik, ‘Lion Amca’ derdik

Görüldüğü üzere Osmanlı farklı millet ve din mensuplarıyla temasa geçmekten hiç sakınmadı. Kendine ve değerlerine güvenen bir devlet olarak başka din, cemaat, millet ve etnik gruplarla sürekli iletişim halindeydi. Prof. Dr. Sait Öztürk, Osmanlıların fethettikleri topraklarda yaşayan farklı dinlere mensup milletlere İslâm dinine girmeleri yönünde baskı uygulamak bir tarafa, bu insanların inanç ve vicdan hürriyetlerini koruma altına aldıklarına dikkat çekiyor. Gözetilen millet sisteminin gereği olarak gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının dinî işlerine hiçbir zaman müdahale edilmiyordu. Gelin bu yönetim tarzının toplumsal hayata nasıl yansıdığını dönemin komşuluklarını ele alan Kudret Emiroğlu’nun ‘Trabzon Vilayet Salnamaleri’nde anlatılan Osman Nuri Amca’dan dinleyelim: “Kasabada komşumuz ‘Lion’ vardı. Ermeni’ydi. Kasabanın en büyük eczanesi onundu. Dinini ve Ermeni kimliğini muhafaza ediyordu. Lion’un hikâyesi biraz farklıydı. Onun ailesi şehrin varlıklı kimseleriymiş. Varlık ve esnaflık aileden intikal etmiş. O gidenlerle gitmemiş; tercihini kalmaktan yana kullanmıştı. İyi bir esnaf, itibarlı bir kişiydi. İtimat edilir ve saygı duyulurdu. Biz çocuklar ‘Ermeni Lion’ demezdik, ‘Lion Amca’ derdik. Ona hürmet ederdik. Kendi dininde ibadet eder, o civarda açık olan kiliseye giderdi. Bundan dolayı da kınanmaz, en ufak bir ima dahi yapılmazdı. Büyüklerimizden öğrendiğimize göre, geçmişte burada yaşayan Ermenilerle aramızda kavga yaşanmamış, aynı köyün ve beldenin ayrı mahallelerinde, herkes örf ve inancını koruyarak, komşuluk münasebetlerini sürdürmüş. Birbirlerinin yardımına gelir, ödünç alıp verirlermiş.” Osmanlı’daki milletlerin birinin diğerine baskısına da müsamaha gösterilmiyordu. Nitekim Kudüs’te dinî konular yüzünden gayrimüslimler arasında çıkan anlaşmazlıkta devletin hakem rolünü üstlenmesi buna en güzel örnek.

Günümüzde diyalog nasıl olmalı?

Dr. Süleyman Faruk Göncüoğlu, Osmanlı’daki hoşgörünün tamamen olmasa da kısmen günümüzde de yaşandığını düşünüyor. Fakat Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyaya bakışı farklı olduğu için hoşgörü anlayışı da farklılık gösteriyor. Devlet-i Ali’de devlet misyonu ve her anlamda kalkınma girişimi varken, Türkiye’de sadece iktisadî olarak bir kalkınma beklentisi ve girişimleri var. Bu medeniyet mozaiğinin önünde bir engel teşkil edebilir. Ama şu da bilinen bir gerçek ki, Türkler çok önceden beri diyaloğa açık bir millet. Her şeye rağmen hemen her konuda hoşgörü beklemenin doğru olmadığını savunan Göncüoğlu, farklı din, grup ya da milletlerin birbirine benzemek zorunda olmadığına dikkat çekiyor. Hele bütün beklentilerin tamamen karşılanmasının mümkün olmadığının altını çiziyor. Ona göre önceliğimiz diyalog olmalı. Özellikle devletin bir ufku olmalı. Bu anlamda medeniyet noktasında beslenme kaynaklarımızın artırılması şart.

Bugünün şartlarında diyaloğun nasıl olması gerektiğini ve küreselleşelim derken hangi handikaplara düştüğümüzü Zaman Gazetesi Yazarı Hüseyin Gülerce, Beyaz TV’de yayınlanan ‘Ortak Akıl’ programında değerlendirdi. Gülerce, diyaloğun; sizden farklı olanla konuşmak, görüşmek, birlikte bir şey yapmak, bir işi kotarmayı düşünmek, onun üzerine müzakere yapmak, temas kurmak, iletişim kurmak anlamına geldiğini düşünüyor. Burada aslolanın, “Sen sen kalacaksın ben de ben.” olduğuna dikkat çeken Gülerce’ye göre, hiç kimsenin bir dayatmayla diğerinin tarafına geçmek gibi bir teklifi kabul etmesi ya da böyle bir şeyin gündeme getirilmesi kabul edilemez. ‘Biz’ kalarak insanlığın ortak problemleri için, insanlık için ne yapılabileceği konuşulmalı. Yoksa “Bak ben seninle diyaloğa geçiyorum, eninde sonunda seni kendi fikrime getiririm.” gibi bir düşünceyle insanları kullanmak çok çirkin.

Gülerce’nin programdaki konuğu Prof. Dr. Hayrettin Karaman da her anlamda diyalog kuran insanlarla ilgili atıp tutmanın doğru olmadığına, diyalogda bulunan din kardeşine ağır ithamlarda bulunmanın etik ve ahlâkî olmadığına dikkat çekiyor. Karaman, “Keşke birbirinin gıyabında, arkasında ve abartılı olarak atıp tutan ve birbirini Müslümanlar nezdinde harcayıp, yok etmeye çalışanlar da diyalog insanı olabilseler.” diye de hayıflanıyor.

Hasılı aynı devlet çatısı altında huzur içinde yaşayabilmek için birbirini anlama, kavrama ve birlikte yaşama olgularının bireysel olarak içselleştirilmesi ve topluma aşılanması gerekiyor. Ve biz anlıyoruz ki bugün yapılan diyalog faaliyetlerini anlamak ve bunlara katkıda bulunmak için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Osmanlı’nın hoşgörü anlayışından öğreneceğimiz daha çok şey var. [email protected]

KAYNAK: ‘Osmanlı Hoşgörüsü’, Kemal H.Karpat, Yetkin Yıldırım, Timaş Yayınları

Tuğba Kaplan

Gazeteci/ Aksiyon Dergisi Politika, Sosyoloji, uluslararası ilişkiler, medya ve kültür dünyasından ünlü isimlerle gündemle ilgili aktüel röportajlar yapmaktadır. Ayrıca gündeme dair konuları farklı yönleriyle ele alan dosyalar hazırlamaktadır.

You may also like...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>