Dolmabahçe mutabakatı ya bozuldu ya deşifre oluyor

Balyoz ve Ergenekon davalarının avukatı Celal Ülgen, Erdoğan ile Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesinden 17 Aralık’a, yargı bağımsızlığından derin devlete kadar birçok konuda sorularımızı cevapladı.

573667

Celal Ülgen, Ergenekon ve Balyoz davalarının avukatı olarak tanıdığımız bir hukukçu. Sadece dün değil, bugün de hukuksuzlukların karşısında olduğunu, 17-25 Aralık’tan sonra yaşanan ve kanuna sığmayan her olayda gösterdi. Kimilerine göre bu röportaj ulusalcılar-cemaat yakınlaşması gibi yorumlanabilir. Ancak bir hukukçu olan Ülgen ile yaptığımız bu röportaja bakıldığında, görüşmekte geç kaldığımız bile söylenebilir. Kendisine sadece yaşanan hukuksuzlukları sormadık elbette. Ülgen, Balyoz’da kafamıza takılanlardan Ergenekon’u gerçekten kimin yaptığına, Yaşar Büyükanıt’ın ifadeye çağırılmasından kendisinin derin devlet yorumuna ve MİT TIR’ları davasında tutuklanan generallerin gerçekten cemaatçi olup olmadığına dair birçok konuda sorularımızı içtenlikle cevapladı.

-17-25 Aralık soruşturmasını yürüten polislere yönelik 22 Temmuz operasyonunun ve sonrasındaki tutuklamaların Sulh Ceza Hâkimlikleri kurulduktan sonra yapıldığını söylüyorsunuz. Bu hâkimliklerin bugün yaşanan hukuksuzluklardaki payı nedir?
Daha önce İstanbul’da Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri sayısı kadar, o mahkemelerde yaklaşık 6-7 üye bulunuyordu. O kadar çok yargıç değişmek suretiyle görev alıyordu. Soruşturma aşamasında dinleme, ev arama, iş yeri arama, teknik takip ve izleme kararı vermek nöbet esası kararına göre yapılıyordu. Ve bir çeşitlilik vardı. Ancak Sulh Cezalar kurulduktan sonra Sulh Ceza yargıçlarının sayısı Ağır Ceza Mahkemesi üyelerinin sayısına göre hemen hemen dörtte üç azaldı. Çok fazla sayıdaki yargıcı kontrol etme imkânı yokken, Sulh Ceza hâkimleri kontrol edilebilir, önceden etkilenebilir yargıçlıklar olarak kuruldu. Sayıları da az tutuldu. Sulh Ceza Mahkemeleri’nin özgürlük mahkemesi olacağı söyleniyordu. Ama işleyiş böyle olmadı. Çok kısa süre sonra iktidarın sopası hâline getirildi. Mahkeme değil, hâkimlik oldu.

-Bu hâkimlikler nelere imza attı?
Neler yaşandığını gördük. Hâkimler tutuklatıldı. Bazı mahkeme kararları yok sayıldı. Cumhurbaşkanına hakaretten veya başka suçlardan çok sayıda insan hakkında tutuklama kararı verildi. Gazeteler, televizyonlar kapatıldı. Cemaate bağlı şirketlere hukuksuz  şekilde kayyım atandı. Bağımsız olmayan bir yargının bağımsız olmayan yargıçları, görevlerini eksiz olarak yerine getirmeyi başardı.

-Yargı bağımsızlığının önündeki engellerden biri HSYK. Bu yönüyle bugün HSYK’nın aldığı kararlar ne kadar güvenilir ve hukuki?
Bundan önceki HSYK için de, bu HSYK için de aynı şeyi söylüyorum. Eğer HSYK içinde öyle ya da böyle adalet bakanı ve müsteşarı hâlâ varsa, HSYK seçimlerinde özellikle bakanlıkta görevli yargıçlar tarafından blok oy kullanılarak seçim yapılmış ve HSYK ona göre oluşmuşsa, bunu bağımsız olmayan yargıçların dışında tutmanın anlamı yok. Zaten eğer bir ülkede yargıçlar bağımsız değil, yargı bağımsızlığı yok diyorsanız, bunun birinci ayağı mutlaka HSYK’dır. HSYK bağımsızken, yargıçlar bağımlı olmaz.

-Türkiye’de yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı hangi noktada?
Çeşitli iklimlerde yargı siyasi iktidarlardan hep etkilenmiştir. Bunu 1950’lerden bugüne getirebilirsiniz. Ama 2003’ten bugüne, bu etkilenmeyi sadece ‘etkilenme’ sözcüğüyle açıklayamazsınız. O tarihten bu yana HSYK ve yargı, siyasi iktidarın arka bahçesi hâline gelmiştir. Şimdi 10 yıl öncesinden aldığımızda, siyasi iktidar, bir dönem “Ne istediler de vermedik!” dediği yapıyı dışladıktan sonra tek başına iktidar olarak yargıya egemen olduğunu itiraf etmiştir. Bir siyasi iktidar faşizme doğru kayarken, ihtiraslarına yenik düşse de iktidarda kalmak için her türlü olaya başvurduğunda iki temel hedefi olur.

-Nedir o hedefler?
Birisi, yargıyı etkilemek. Yargı bağımsızlığına son vererek kendisine bağımlı yargı oluşturmak. Diğeri ise bağımsızlığını yok ettiği yargının kamuoyunda deşifre olmasını engellemek için medyayı, basını baskı altına almaktır. Son günlerde tanık olduğumuz medya üzerindeki oyunlar bu yüzdendir. Ergenekon, Balyoz davaları sürecinde de söyledim aynısını. Tek başına yargı bağımsız olsaydı, biz bunun üstesinden gelebilirdik. Ama biz ağzımızla kuş tutsak bile medya bize yer vermiyordu. Böylece üzerimize beton dökülmeye çalışılıyor demiştik. Şimdi de böyle. Muhalif medyayı sindirmek, korkutmak için her şey yapılıyor. Cemaat medyasına, Cumhuriyet’e, Hürriyet’e baskı, Sözcü’ye aba altından sopa göstermek. Hepsi bu yüzden. Tek tip medya yaratarak iktidarlarını sürdürmek istiyorlar.

-Yaşanan hukuksuzluklar nereye kadar sürer? Girilen bu hukuksuzluk sürecinden nasıl çıkılabilir?
Ben çok koyu karanlıkları görmüş, sonra da aydınlıklara çıkmış insanlardan biriyim. 12 Mart, 12 Eylül ve daha sonraki süreçlerin hepsi. Dünyada hiçbir despot rejim sürekli ayakta kalmaz. Bu tarihsel bir gerçektir. Bir de gerçeğin ve doğruluğun ortaya koyduğu bir refleks vardır. Bu refleks de hep aydınlığa doğru açılır. Bu siyasi iktidar şu anda TBMM’nin iktidarıysa, ikinci kez yapılan seçim sürecindeki oyunlardan kaynaklanır. Bu yıkılma sürecidir. Yıkılma sürecindeyken MHP’ye yapılan operasyonlarla bir süre daha iktidarda kalma planlanmıştır. Önümüzdeki seçimlerde AKP’deki iniş oranlarını tek haneli rakamlarda tutmak mümkün olmayacak. Bu Türk seçmeninin yıllardır gösterdiği reflekslerin bir benzeri olacak. Bunun benzerlerini çeşitli partilerde gördük. Bir partinin yüzde 18’den yüzde 1’e nasıl düştüğünü gördük. Türkiye, bundan sonraki dönemde benzerini görecek.

aksiyonn

-Hukuk bir intikam aracı mıdır?
Asla. Hukukun kendi adalet sistemi içinde çok ince uygulamaları vardır. Ama bizde kaba hukuk uygulaması yapılıyor. Adına hukuk densin ama yeterli incelikleri, estetiği içermesin diye her şey yapılıyor. Örneğin bir mahkeme karar verdiğinde, “Kararı mahkeme vermiştir, karar da hukukidir.” gibi bir algı söz konusu. Hâlbuki bu mahkemenin mahkeme olması için yargının bağımsız olması gerekir.

-Sizce yaşanan bütün bu hukuksuzlukların telafisi mümkün mü?
Hiçbir şeyin telafisi mümkün olmaz. Ömür dediğimiz şey çok kısa. Bütün hayatınız boyunca eylülde çıkan çavuş üzümünü kaç kez yiyeceksiniz? Kaç kiraz mevsimi geçireceksiniz? Bulunduğunuz yaş itibarıyla bunların çok kısıtlı ve sınırlı olduğunu görürsünüz. O zaman neyi, nasıl telafi edeceksiniz? Siz bana kaybettiğim kiraz mevsimlerini verebilir misiniz?

-Son zamanlarda “hukuk geri geldiğinde” diye başlayan cümleler sıklıkla kurulur oldu. Siz hukukun bir gün geri geleceğine dair ümitli misiniz?
Elbette. Hukuk çok ince bir şekilde işlemelidir. Suçluyu ve suçsuzu birbirinden ayırmalıdır. Ve gerçek suçlular üzerinden yargılama yapılmalıdır. Son zamanlarda polise korkunç operasyonlar yapıldı. Ben daha önce sürekli poliste bir çeteleşmenin olduğunu söylüyordum. Geldiğimiz noktada, sadece siyasi iktidarın 17-25 Aralık’ta üstüne geldiklerini düşündüğü polisler aleyhine yapıldı bütün operasyonlar. Benim söylediğim çeteyi rahatsız etmediler.

-Sizin söylediğiniz çete kim?
Ergenekon ve Balyoz sürecinde polis içerisinde bir yapılanma var. Ve bu yapılanma hem savcıları hem yargıçları yönetiyor demiştim. Ama böyle bir araştırma yok. Kimse hakkında soruşturma açmadılar. Ve benim niyetim şu: Polis içerisinde o günkü iklimden etkilenen ve amirlerinden emir alan polisler olabilir, onları kastetmiyorum. Bile isteye bir ekip kurup üretilmiş delillerle suçsuz ve günahsız insanları tutuklayanların, sorgulayanların sorgulanmasını istiyorum. Ama 2 yıl önce 17-25 Aralık’ta karşımıza bir ses kaydı çıktı. Hayatımın her döneminde illegal kayıtlara karşı çıktım. Ama bu kayıtlar illegal de değil. Bunu Erdoğan yasayla, iktidarla illegal göstermeye çalışıyor. Ama bu sesi dinleyin. Bu ses olağan dışıdır. Bu seste herhangi bir müdahale var diyemiyorsunuz. Düşünüyorsunuz o zaman.

-Yaşar Büyükanıt’ın 27 Nisan e-muhtırası ile ilgili yıllar sonra ifadeye çağırılmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Orada iki ihtimal görüyorum. Birincisi, Dolmabahçe mutabakatı bozuldu. İkincisi, mutabakatı tarafların dışında bir güç deşifre etmek istiyor. Büyükanıt “E-muhtırayı ben yazdım.” demesine rağmen o zamanki Başbakan Erdoğan, ısrarla “27 Nisan bir e-muhtıra değil.” demişti. Büyükanıt da kendi meslektaşları tarafından neredeyse dışlanmıştı. Böyle bir durumda Yaşar Büyükanıt’ın ifadeye çağrılması kimi arkadaşlar için olağan bir süreç. “Biri şikâyet ettiyse ifadeye çağırılmıştır.” gibi yorumlayanlar var. Ama ben böyle bir basitlikte bir olay olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu ülkede yargının hangi konumda ve boyutta olduğunu, kimin ifadeye çağrılıp çağrılmayacağını biz önceden kestirebiliyoruz. E-muhtıra sebebiyle ifadeye çağırma durumu varsa, önümüzdeki günlerde önemli gelişmelerle karşı karşıya olacağız demek.

-Bahsettiğiniz güçten kastınız derin devlet mi? Sizce Türkiye’nin bahsedildiği gibi bir derin devleti var mı?
Ulusalcı gibi gösterip aslında Amerikancı bir yapı taşıyan bir derin devlet var Türkiye’de. Bir dönem buna kontrgerilla deniyordu. 12 Mart’larda, 12 Eylül’lerde farklı isimlerle anıldı. Ama bu sonraları biçim, kabuk değiştirerek Amerika’nın daha çok içine sızması ve yönlendirmesiyle, Amerikan çıkarlarını koruyan ve kollayan, ama ulusalcı gibi görünen bir derin devlet var. Doğan görünümlü Şahin gibi bir şey.

-Hürriyet Washington Temsilcisi Tolga Tanış, “Ergenekon’u Amerika ve Neo-conlar mı yaptı?” başlıklı bir yazı yazdı. Ertesi gün Fehmi Koru Ergenekon’un ABD’nin isteği doğrultusunda yapıldığını yazdı. Sizin bu iddialara bakışınız nedir?
Bazı şeylerle karşılaştık biz Ergenekon’la ilgili dosyaları incelerken. Türkiye’deki jargonun dışında jargonlar vardı. Mesela, bizde bir evrakı incelemek için denize atarlar. Orada “Okyanusa atalım.” diye bir tabir vardı. Ve bu tabir Amerika’da kullanılır. Bunun gibi şimdi sıralayamayacağım yüzlerce ifade vardı uluslararası güce işaret eden. Ergenekon, Balyoz ve Poyrazköy davalarının kurgusu, biçimlendirilmesi, örgütlenmesi, tespit edilen ve varsayılan kişilerle ilişkilerin kurulması tam bir profesyonel casusluk işiydi. Türkiye’de başından böyle deneyimler geçmemiş kimselerin gerçekleştirmesi mümkün değil. Sadece bir cemaate mal etmek de mümkün değil. Ergenekon, Balyoz kumpasının arkasında yüzde 80 yabancı bir güç var. Bunun kim olduğunu herkes biliyor. Aynı güç PKK’ya destek veriyor. Aynı güç AKP’ye destek veriyor. Kimi zaman MHP’ye destek veriyor. Bu çok olağanüstü ve çok büyük boyutlarda büyük işlevi olan bir görev. Çelişkili tarafların yanında olabiliyor. Kavga eden her iki tarafın yanında olabiliyor. Öyle bir güç. Cemaate bağlılığını bildiren yargıç ve polisleri ise iktidar bu işte kullandı.

-Balyoz davasında sahte olduğunu, üretildiğini iddia ettiğiniz CD’ler mevzusu o kadar çok konuşuldu ki “Balyoz’da olay sadece Donanma Komutanlığı’na konan CD’ler mi?” sorusunu sormamak elde değil.
Donanma Komutanlığı’ndaki 5 numaralı hard diskti sahte olan. Ama 1. Ordu’nun kozmik odasından çıktığı iddia edilen 19 CD’den üçü kesin olarak sonradan üretilmiş CD’lerdi. Bunlar bilirkişi raporlarıyla ortaya çıktığı gibi, o raporlara gerek kalmadan da bizim tarafımızdan kanıtlanmıştı.

-CD’ler haricindeki iddialara ve ilişkilere bakıldığında siz bir çelişki görmüyor musunuz? Mesela, Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba konulması, Alparslan Aslan-Muzaffer Tekin, Kemal Kerinçsiz-Veli Küçük ilişkileri doğal görüşmeler mi? Bu ilişkiler ağı zihinlerde bir soru işareti oluşturuyor.
Bakın, zaten bu ilişkiler üzerinden gidilerek kurgu yapılmış. İlk Ergenekon davasına girdiğim zaman “Evet bir derin devlet var. Çünkü bu faili meçhuller bu derin devletin eseri. Ama derin devlet yargılanırken, benim müvekkilimi de içerisine atmışlar.” gibi düşünüyordum. Fakat içine girdikçe böyle bir şeyin yargılanmadığını gördüm. Yani derin devlet, faili meçhuller falan yargılanmıyordu. Üretilmiş deliller de o yöne doğruydu. Hiçbir faili meçhulü bulmak üzere bir delil yoktu ortada. Tamamen Türkiye’de hem muhalefeti hem Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yeniden dizayn etmek üzere kurulmuştu her şey.

-İddia edildiği gibi bir kumpas varsa ve CD polisler tarafından konulmuşsa bile, bir yargı kararı olmadan olay bir örgüte ya da cemaate nasıl bağlanıyor, böyle bir ilişki nasıl kurulabiliyor? Bu durumda suçun şahsiliği söz konusu değil midir?
Elbette. Bir yargı kararı olmadan ilişki kurmak mümkün değil. Bir yargı kararı olmadan nasıl Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) denilemiyorsa, yargı kararı olmadan Fethullah Terör Örgütü (FETÖ) de denilemez. Aksi takdirde, kendimizle çelişiriz. Bunu en iyi şekilde, 17-25 Aralık’ı yapan polislere yönelik bir soruşturma yapmak yerine; Poyrazköy, Ergenekon, Balyoz gibi davaların soruşturma süreçlerini sorgulayarak ortaya çıkarırsınız. Ama siz bunu yapmıyorsunuz. Bunu yapmadan hayalî bir terör örgütü yaratıyorsunuz.

-Bunu söylediğiniz için aforoz edildiğiniz oluyor mu?
Arkadaşlarım bana “Neden bu kadar doğrucusun?” diye kızıyor. “Bunlar geçmişte şöyle yapmıştı, böyle yapmıştı. Şimdi onlara yapılsın. Bırak.” diyorlar. Onların dediği gibi yapamam, hukukçu kimliğime yakışmaz. Herkesin hukuka, adil yargılanmaya ihtiyacı var.

-Balyoz’un savcısı olan hükümet yetkilileri, yıllar sonra “millî orduya kumpas” olduğunu söyledi. Millî orduya kumpas nasıl oluyor?
Bunu en son söyleyecek olan, siyasi iktidar. Millî orduya kumpas kurulduysa, bu işi tersine çevirecekti. Herkesi görevine alacaktı, kayıpları telafi edecekti. Ama millî orduya kumpas kurulması senin işine geldiği için sadece bunu telaffuz ederek kumpasın sonucundaki olayın üstüne oturmayacaktın. Bunu yapmazsan sen de bu kumpasın ortağısın.

-Erdoğan, İlker Başbuğ tutuklandığında ülkenin genelkurmay başkanının tutuklanmasından rahatsız olduğunu söyledi. Başbuğ, Erdoğan hiç istemediği hâlde mi tutuklandı gerçekten?
Ben buna inanmıyorum. Bugüne kadar geldiğimiz süreç gösterdi ki bu ülkenin genelkurmay başkanı MİT müsteşarı kadar değerli değilse, sen MİT müsteşarını yargıdan kaçırmayı başarıyorsan, oğlunu yanında gezdirerek yargılanmasını engelleyebiliyorsan, bir genelkurmay başkanının da tutuklanmasını engelleyebilirdin.

-Bugün suçu cemaate yıkan siyasi iktidar ve iradenin geçmişte yaşanan bütün bu davalarda gerçekten söyledikleri gibi hiç dahli yok mu?
Siyasi iktidar ve iradenin bu davalarda yüzde yüz payı var. Benim iktidarımda bir olay meydana geliyorsa, önce ben yüzde yüz suçluyumdur. O yüzde yüz suçun içerisinde başka grup ya da grupçuklar da kusurludur. Ama önce ben kusurluyum. Bir iktidar, yargısını bu duruma getirmemeliydi. Bir korku imparatorluğu vardı ve bu imparatorluğu kuran siyasi iktidardı. Zekeriya Öz’e ben zırhlı araç vermedim. Ama ne oldu? İhtilal önce kendi evlatlarını yedi.

NE OLUMSUZSA AT CEMAATE!

-Türkiye’de önemli davalara ilişkin olaylarda ortaya çıkan belgelerin gerçekliği değil de kimin sızdırdığı konuşuluyor yıllardır. Normal şartlar altında hukuk hangisine bakar?
Ses kaydının niteliği ve içeriği önemlidir. Mesela “Devlet sırrı ifşa edildi.” deniyor. Acaba o sır ifşa edilmeseydi, devlet sırrı dediğin şey resmen kötülük içeriyordu. Devlet sırrı ifşa edildi diyerek o kötülüğü devlet sırrı olarak kabul ediyorsun. Ses kaydında da bu böyle. “Kim sızdırdı?” diye sorarak içeriğini ve içeriğindeki melaneti kabul ediyorsun. Bu generallerin, Can Dündar ve Erdem Gül’ün şu an devletin gizli sırlarını yayımlamaktan tutuklanması gibi. “Melanet bendedir ama bunu kim sızdırdı?” diye soruyorlar.

-MİT TIR’larını durdurmaktan tutuklanan generallere de ‘paralel’ dendi. Tümgeneral İbrahim Aydın’ın avukatı Ramazan Bulut, “Cemaatçi diye çivi çakmaya çalışsanız, bünyesi çiviyi söker atar.” diyerek iddiaları yalanladı. Siz bu isimleri yakından tanıyorsunuz, cemaat ile bir bağlantıları var mı?
Hiç ilgisi yok. Özellikle MİT TIR’larındaki askerlerle ilgili cemaatle ilgi ve irtibat kurmak mümkün değil. Bu kişiler sadece ve sadece polise ve MİT’e göre kendilerini daha bağımsız ve TSK’ya mensup hissettikleri için böyle bir olay meydana geldi. Şimdi böyle bir tavır gelişti. “Ne olumsuzsa at cemaate!” Eskiden de “Ne olumsuzsa at Ergenekon’a!” denirdi. Şimdi de her şeyi cemaatçiler yapıyor. Yok böyle bir şey.

-Dönemin Jandarma Genel Komutanı Servet Yörük’ün 250 jandarma personeline “Suriye’ye geçişe kesinlikle izin vermeyin.” emrinden dolayı bugün bu soruşturmada 250 jandarma subayının hedefte olduğu söyleniyor. Bu tutuklamalar üzerinden TSK’ya bir kumpas kuruluyor olabilir mi?
Bu bana masal gibi gelmiyor. Yaşadığım ve gördüğüm şeyler bunun olabileceğini gösteriyor. 250 jandarma söylemi gizli tanık ifadesiyle dolaşıma sokulduysa, jandarmada bir operasyon olacak demektir. Bir dönem cemaatin yaptığını söyledikleri kumpas, şimdi cemaat olmadan yapılmaya devam ediliyor.

ERDOĞAN BU KEZ ULUSALCILIK KARTINI ORTAYA KOYDU  

-13 yıllık iktidarı döneminde, Muhsin Yazıcıoğlu’ndan Necip Hablemitoğlu’na, Rey-hanlı’dan Roboski’ye, Suruç’tan Ankara katliamına, Hrant Dink’ten Tahir Elçi’ye kadar uzanan faili meçhul davalarının aydınlığa kavuşması yönünde hiçbir adım atmayıp aksine yayın yasağı koyarak bu davaların takibini engelleyen bir hükümet var. Ve Ankara Başsavcısı “17 faili meçhulde cemaat bağlantısı araştırılsın.” talebinde bulundu. Bahsi geçen bağlantı o dönemde varsa, o gün neden araştırılmadı? Sizce bugüne kadar bu soruşturmalar neden detaylandırılmadı? Kendi dönemlerindeki faili meçhullerin toptan kapatılmasının söz konusu olduğunu düşünüyor musunuz?
Bir kapatmadan söz edebiliriz. Türkiye’nin demokratik bir yapıya kavuşması için yargısının nasıl bağımsız olması gerektiğini söylüyorsak, aydınlık günlere ulaşmamız için de bu faili meçhullerle yüzleşmemiz gerekiyor. Hangi hataların sonucunda faili meçhuller ortaya çıkmıştır? Failler neden meçhul olmuştur? Hangi ihmaller ya da bilinçli davranışlar sonucu failler gizlenmiştir? Bunların ortaya çıkması lazım.

-Mevcut Türkiye atmosferinde bunlar ortaya çıkacak mı dersiniz?
Deliller küllendikten sonra zor çıkar. Ve her geçen gün delillerin üzerine yeni bir toz tanesi konuyor. Tahir Elçi olayı bu anlamda çok önemli bir sır. Orada bilinmeyenler var. Bir grup silahlı polisin tam ortasında Diyarbakır Baro Başkanı öldürülüyor. Herkesin gözleri önünde polisler şarjörlerindeki bütün mermileri bir metre mesafedeki teröriste boşaltıyor ama öldüremiyor. Ve sonuç ortada. Çok ilginç doğrusu.

-Son olarak Doğu Perinçek’in “Erdoğan bizim durduğumuz noktaya geldi.” açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
7 Haziran seçimlerinden hemen sonra Sayın Erdoğan kartları yeniden karıyor. Bu kez ulusalcılık kartını ortaya koyacak demiştim. Bir dönem Kürtlerle beraber görünerek, onlarla aynı dini paylaştığını iddia ederek Kürt oylarını, sonra ihtiyaç duyduğu için ulusalcı kartını oynayarak Ulusalcı oylarını almak istedi ve bunda da başarılı oldu.

-Nasıl?
MHP’nin ulusalcı oylarını aldı. MHP’nin bütün tabanını, Tuğrul Türkeş’i partiye almaları bunun bir devamıydı. Bunların hepsi geçici oylar, kalıcı değil. Ben kendimi ulusalcı ve solcu olarak adlandırıyorum. Hiçbir zaman Erdoğan ne bizim yanımızda duruyor ne de biz onun yanında duruyoruz. Ama Perinçek’in o söylemiyle ne demek istediğini bilemiyorum. Taktik ve stratejik olarak bazı şeylerde birlikte olmuşlardır belki. Ama yüzde yüz Erdoğan’la yan yana durduğunu düşünmüyorum.

Tuğba Kaplan

Gazeteci/ Aksiyon Dergisi Politika, Sosyoloji, uluslararası ilişkiler, medya ve kültür dünyasından ünlü isimlerle gündemle ilgili aktüel röportajlar yapmaktadır. Ayrıca gündeme dair konuları farklı yönleriyle ele alan dosyalar hazırlamaktadır.

You may also like...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>