Kim zalim ise Allah’ın ona lânet etmesini bütün kalbinle ister misin?

Kim zalim ise Allah’ın ona lânet etmesini bütün kalbinle ister misin?

TUĞBA KAPLAN – İSTANBUL

27 Aralık 2013, Cuma

Bugünlerde mübâhele ve mülâane kelimeleri dillerden düşmüyor. Üstelik bu sözcükler beddua olarak lanse ediliyor. Haksızlık, iftira ve zulüm karşısında beddua edilebilir mi? Efendimiz (sas), Hak dostları, karşılaştıkları hadiseler karşısında beddua etmiş midir?

Suçlama ve iddialar karşısında, doğrunun ve haklı olanların ortaya çıkması için mülâane ve mübâhele yoluna gidilmesi Kur’an-ı Kerim’de beyan edilen bir usul. Geçtiğimiz günlerde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin gündemdeki yolsuzluk iddiaları ve hizmet hareketini karalama kampanyaları  hakkında sarf ettiği sözler, İslam Hukuku’nda da yeri olan ‘mübahele ve mülâane’ konusuna giriyor. Buna rağmen bazıları şart cümlelerini görmezden gelip, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sözlerini beddua olarak algılamaya ve ‘beddua etti’ söylemini yaymaya devam ediyor. Kur’an-ı Mucizü’l- Beyan’da Nûr Sûresi’nin 7-9. âyetleri ve Âl-i İmran Sûresi’nin 61. ayetinde ‘mübahele ve mülaane’ konusu detaylı olarak anlatılıyor. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Osman Güner, mübahelenin tanımını şöyle yapıyor: “Mübâhele, bir meselenin karşılıklı konuşmak suretiyle halledilememesi durumunda, meseleyi çözüme kavuşturmak için her iki tarafın da haksız olmaları hâlinde Allah’ın lanetine uğramak için dua ve niyazda bulunmalarına denir.” İlahi Beyan’da Nisa Sûresi’nin 7-9. âyetlerine bakınca, mülaane (liân) yani karşılıklı ahitleşme meselesinde, kocanın şâhit olduğu bir zina olayında başka şâhit bulunmadığı zaman bu hususun uygulandığı görülüyor. Kendi eşlerini zina etmekle suçlayıp da buna dair kendileri dışında şahit bulamayan kocalar; doğru söylediklerine dair ayrı ayrı dört kere Allah adına yemin eder, şâhitlik eder, beşinci kere ise, yalancı olması hâlinde Allah’ın lânetinin üzerine gelmesini ister. Hanımın ise kocasının bu suçlamasında yalancı olduğuna dair ayrı ayrı dört kere Allah adına yemin ve şâhitlik etmesi, beşincide ise kocasının doğru söylemesi halinde, Allah’ın gazabının kendi üzerine çökmesini dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır.

‘Bunlarla mübâhele etmeyiniz, sonra helak olursunuz’

Efendimiz’in (sas) Allah’ın emriyle karşılıklı ahitleşmeye, yeminleşmeye çağırdığı mübâhele hadisesi hicretin dokuzuncu senesinde meydana geldi. Allah Resulü (sas) mescitte ashabıyla birlikte ikindi namazını henüz kılmıştı ki, on dört kişiden oluşan Necran heyeti, huzura çıkar. Âyin yapmak istediklerini belirtip, izin isterler. Bazı sahabiler her ne kadar onların bu isteğine itiraz etse de, Allah Resulü mescidin bir kenarında onların ibadet etmelerine izin verir. Necranlılar, doğuya doğru yönelerek ibadet eder. Resûl-i Ekrem (sas) o gün onlarla görüşmek istemez.Ertesi gün Necranlıların reisi Ebû Hârise ile Abdulmesih’i İslâm’a davet eder. Onlar, bu daveti kabul etmez ve çeşitli sorular sorarak tartışmayı başlatır. Tartışmalar uzadıkça uzar. Bu esnada Hz. Meryem’in durumu, İsa’nın (as) şahsiyeti ve Hıristiyan akidesine dair pek çok mesele tartışmaya konu olur. Âl-i İmrân Sûresi’nin ilk seksen âyeti bu görüşme sırasında nazil olur. Necranlılar bir türlü ikna olmaz. Bunun üzerine Allah Resûlü onları ilgili âyet gereğince mübâheleye davet eder. Bu husus âyette mealen şöyle ifade edilir: “Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle çekişip-tartışmalara girişirlerse de ki: ‘Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra karşılıklı mübâhele edelim de Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.” (Âl-i İmrân, 3/61). Delilden anlamayan insanlara mübâheleyi (hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesini bütün kalbiyle istemeyi) teklif eder. Bunun üzerine Necran heyeti, Nebiler Serveri’nden (sas) düşünmek için mühlet ister. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Hz. Peygamber’in yanına geldiklerinde bakarlar ki, Resûlullah (sas) Hz. Hüseyin’i kucağına almış, Hz. Hasan’ın elinden tutmuş, Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’yi arkasına almış “Ben dua edince siz de amin dersiniz.” diyor. Bu tablo karşısında heyet başkanı, “Ey Hıristiyan kardeşlerim, ben öyle yüzler görüyorum ki Allah’tan bir dağın yerinden kaldırılmasını iste­seler Allah onların bu isteğiyle o dağı yok eder. Bunlarla mübâhele etmeyiniz, sonra helak olursunuz.” diyerek, mübâhele kabul etmez. Cizye vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini bildirir. Hz. Peygamber de onlara bir emânnâme (düşmana verilen emniyette olduklarını bildiren kâğıt) yazar.

Söz konusu iftira ve zulüm olunca…

Asr-ı Saadet’te gerçekleşen mübâhele hadisesi, bugün farklı bir yönüyle karşımızda. Sarf edilen ‘mübâhele’ sözleri, yedi düvele  ‘beddua’ diye lanse edilirken, önemli iki nokta göz ardı ediliyor. Birincisi Fethullah Gülen Hocaefendi’nin mübâhele davetinde, duasında isim yok.

Dua mana yönüyle çok şümullü olup, ‘zalim’ tavsifine giren herkesi muhatap olarak alıyor.

Bu noktada insan sormadan edemiyor. Eleştiride bulunanlar bu mübahele davetini, neden yersiz bir tepkisellik içinde, beddua olarak algılıyor? Dahası bedduaysa bile, bu bedduayı neden üzerlerine alıyorlar? Bir diğer tartışma ise Hak dostlarının hatta Efendimiz’in lanete ve bedduaya başvurmadığı argümanı. Biraz kaynakları tarayınca ortaya şefkat abidesi Efendimiz’in ve Hak dostlarının, söz konusu zulüm olduğunda bedduadan geri durmadığı, âciz ve çaresiz kaldıklarında zalimleri Allah’a şikâyet ettikleri sonucu ortaya çıkıyor. “Ben lânet edici değil, rahmet peygamberi olarak gönderildim.” buyuran ve en zor şartlarda bile lanet etmemeyi tercih eden Nebiler Serveri (sas) bazı çirkinliklerden sakınılması ve günahlara karşı daha dikkatli olunması için zaman zaman ‘lânet’ ifadesini kullandığı birçok muteber hadis kaynağında geçiyor. “Allah’ın laneti hırsızın üzerindedir!, Allah’ın lâneti rüşvet alan ve verenedir!, Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah lânet etsin!” gibi hadis-i şerifler örnek gösterilebilir. Bunun yanı sıra Hak dostlarının inkârcılar ve zulmedenlere karşı Cenab-ı Hakk’a farklı niyazlarda bulunduğu görülüyor. Mesela Abdülkâdir Geylânî, Muhyiddîn İbn Arabî, İmam Gazzâlî gibi Hak âşıklarının zulme maruz kaldıklarında nasıl tazarruda bulundukları hatta bütün Allah dostlarının Virdi ve Sığınağı/Evliyaların Kalkanı başlıklı ortak dua bile mevcut. Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin, Denizli Müdafaası’nı yaptığı On İkinci Şua’da ve daha birçok mektubunda açık bir şekilde beddua ettiği biliniyor: “Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassutlar artık yeter. Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık vaziyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. ‘Mazlumun âhı, tâ arşa kadar gider.’ diye bir kuvvetli hakikattir.”

Tuğba Kaplan

Gazeteci/ Aksiyon Dergisi Politika, Sosyoloji, uluslararası ilişkiler, medya ve kültür dünyasından ünlü isimlerle gündemle ilgili aktüel röportajlar yapmaktadır. Ayrıca gündeme dair konuları farklı yönleriyle ele alan dosyalar hazırlamaktadır.

You may also like...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>