Türkiye AB’ye Denk Ama Bu Artık İşe Yaramıyor

 

Fransa’nın ünlü Le Nouvel Observateur dergisinin 30. yıldönümü için yaklaşık 200 yazardan ‘dünyada bir günü’ anlatmaları istendi. Türkiye’den Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’un yanı sıra Osman Necmi Gürmen de o yazarlar arasındaydı. Romanlarını Fransızca ve Türkçe yazan Gürmen’in eserleri, Fransız Gallimard Yayınları tarafından basılıyor. Siverekli yazar, Kürt sorunundan Avrupa Birliği’ne kadar birçok konuda konuştu.

TUĞBA KAPLAN – 28 Ekim 2012

Osman Necmi Gürmen, Siverekli, 85 yaşında. Kürt bir ağa olan, Bucak aşireti lideri, Sultan Abdülhamit’in paşa yaptığı Osman Ağa’nın torunu. Abdülhamit Han’ın, dedesine şehremini azalığı vermesiyle Sultanahmet’te 1927’de başlıyor hayatı. Gürmen, lise eğitimini St. Joseph’te tamamladıktan sonra üniversite tahsili için Fransa’ya gider. Savaş sonrası Paris yıllarında (1940’lar), dünyaca ünlü ressamlarımızdan Sabahattin Eyüboğlu, Selim Turan, Mübin Orhon’la aynı çatı altında kalır. Kâğıt toplayıp boncuk dizerek ve davul çalarak karnını doyurmaya çalışır. 1950’lerin sonunda Fransız eşiyle birlikte kan davası yüzünden baba ocağına dönmek zorunda kalır. Bir anda topraklarına sahip çıkmaya çalışan, silahların hedefindeki bir ağa olur. 10 yıl aradan sonra henüz keşfedilmemiş Bodrum’a ilk oteli kuran da odur. Halikarnas Balıkçısı’na ev sahipliği yapar ve kasabanın yabancı turizme açılmasına önayak olur.

1970’lerde Fransızca yazdığı ilk kitabı L’echarpe d’iris (Delibozuklar Çiftliği) Fransa’nın en önemli yayınevi Gallimard tarafından basılan bir yazar olarak Paris’e döner. Türkiye’de onu daha çok annesinin yaşamından esinlenerek yazdığı ‘Rana’ romanıyla tanıyor. Gürmen ile Le Nouvel Observateur dergisine yazdığı yazı nedeniyle görüşmek için İstanbul’daki evinde buluştuk. Siverek, Paris ve Bodrum hattında geçen hayatına dek pek çok konuda konuştuk…

85 yıllık hayatınızda en çarpıcı ve unutamadığınız şey nedir?

Hayatımın en zor yıllarını Siverek’te geçirdim. 10 yıl orada ölümle burun buruna yaşadım. Bundan daha zor bir zaman olamaz. Ama insanlık hakkında çok şey öğretti bana Siverek.

 

Dedeniz Osman Ağa’nın Sultan Abdülhamit ile görüşmesi kaderinizde bir dönüm noktası…

Ben dedemi hiç görmedim, 1915’te ölmüş. Ama babam ve babaannem vardı. Onların anlattıklarından bildiğim kadarıyla o zamanlar Sultan Abdülhamit, Anadolu’daki beyliklerle başa çıkamıyor. Osmanlı hasta adam. Devlet, her bölgede asayişi temin eden aşiretler belirliyor. Güneydoğu’da da o zamanın en kalabalık aşireti Mılan’a bölgeyi emanet ediyor. İbrahim Ağa’yı paşa yapıyor. Bunlar astığım astık, kestiğim kestik, bölgeyi kırıp geçiriyor, istediği gibi yönetiyor. Bir tek bizim Bucak aşireti o zamanlar adı Hacı’an olan aşiretiyle başa çıkamıyor. Onlar gelip bizim köyleri, bizimkiler onların köylerini yakıyor. İbrahim Paşa dedemle başa çıkamayınca Sultan Abdülhamit’e şikâyet ediyor. Abdülhamit siyasi durumlar karışmasın diye dedem Osman Paşa’yı saraya beklediğine dair davetiye gönderiyor. Bizim dede bey kalkıp İskenderun’a deveyle, atla gidiyor. Oradan da çuf çuflu vapurlarla İstanbul’a geliyor. Abdülhamit’in karşısına çıkıyor, el etek öpüp yerine oturuyor. Sultan paşa dedemin halini hatırını sorup biraz da taltif ediyor. Sonra “Söyle bakalım benim İbrahim Paşa evladım nasıl?” diye sorunca eli ayağı kesiliyor. Anlıyor ne olduğunu. Bir şey söyleyemiyor. “Burada kalacaksın, sana konaklardan birini, şehremini azalığını ve ihtiyacın kadar da altın veriyorum, artık dönüş yok.” diyor. 1905’lerde geçiyor bu hadise. Dedemin Sultan ile görüşmesi ve ardından bizim ailenin İstanbul’a gelip yerleşmesi böyle oluyor.

25 yaşından sonra Siverek’e aşiretin veliahdı olarak gitmek zor olmadı mı?

Paris’ten döndüm aşiret reisliği kavgası yüzünden. Aşiretin reisi bizim amcazadelere geçmişti artık. Onlar reisliği yaptılar. Ama babamın zamanında başlayan kan davası bana kadar geldi.

Benim aşiret reisliği yapmaya ne isteğim ne de halim vardı. Ama bir anda kendimi kan davasının ortasında buluverdim. Daha fazla duramadım ve her şeyi bıraktım. Bir dönem Adalet Partisi’nin Siverek ilçe başkanlığını yaptım. Zaten siyasete de kan davası yüzünden atıldım. Çünkü karşımda düşmanlar canımı almak için bekliyor. Aslında düşman değil amcazadelerim ama kan davası düşman etti bizi birbirimize. Bu mücadelenin içinde para, tabanca-tüfek, siyaset gibi kuvvetleri elimde tutmam gerekiyordu. Paranın, silahın yanında siyaset şarttı. Yani can havliyle politikaya atıldım.

Kan davasından sonra Siverek’e gittiniz mi?

40 sene sonra hayatıma belgeselini çekmek isteyenler olduğunda gittim. Yani 3 yıl önceydi. Tamamen değişmiş. Ne Siverek’i ne de Urfa’yı tanıyabildim. Ama en güzeli de o kan davasından eser kalmamasıydı.

AB’NİN HATALARI GÜN GİBİ ORTADA

Batı’ya hayranlık ve özenti derken eleştirel bir duruş mu bu?

Ceza Kanunu’nu İtalya’dan, Medeni Kanun’u İsviçre’den alıyoruz. Sadece bir özenti değil, direkt kopyasını çıkarıyoruz. Hâlâ da devam ediyor Batı sevgisi. Bunun iyi tarafı da kötü tarafı da var. Şimdi olanlar 1930’larda zaten olmuştu. Hayranlık olmasa da ilginç bir mecburiyet hissi var.

Ya Avrupa Birliği’ne üyelik?

Biz 45 senedir kapının önünde bekliyoruz. Hiçbir ülkeye olmadığı kadar bize zorluk çıkardılar. Bizim hükümet de artık ‘nereye kadar?’ deyip yoruldu. Batı hayranlığının dışına çıkmak lazım. Sakin kafayla oturup düşünmek gerek. Bizim Avrupa’dan istifade etmemiz gereken mevzular elbette ki var. Birlikte hareket edilemez mi? Edilir ama şartları abarttılar. Avrupa’nın yaptığı hatalar gün gibi ortada. Kıbrıs ve Yunanistan başlı başına hata. İkiye bölünmüş bir ülkeyi göz göre göre aldılar. Bir yerden sonra vazgeçiyorsun. Ben bunları Fransa’da yapılan AB toplantılarında, konferanslarda da söyledim.

Peki, bunda Sarkozy’nin etkisi olmadı mı?

Bırakın o rezil adamı ya. Sonunda gitti başımızdan. Daha doğrusu o gitmedi, halk kovdu resmen.  

Hem Kürt bir yazar hem de zamanında siyaset yapmış biri olarak Kürt sorununa bakışınız nedir?

Benim bunu anlatmam günler alır. 1950’li yıllara baktığınızda bölgedeki halkın durumu hakikaten kötüydü. Bu insanlar bir süre sonra yoksulluk yüzünden kedi gibi dönüp artık tırmalamaya başladılar. O zamanlar Adalet Partisi’nde ilçe başkanıyken bunu da çok dile getirdim. Partinin içinde teorik şeyler söyleyen, sorunun çözümünü yokuşa sürenler oldu. Bilmedikleri, gidip görmedikleri yerle ilgili kararlar verdiler. Buna rağmen söz dinletemedik. O zamanki hükümetler bu derde devaya yanaşmadılar. ‘Kürt’ demek küfür etmek gibi bir şeydi. Kürtçe konuşmak yasaktı.

 

Bu PKK’nın taban bulmasına yol açtı diyebilir miyiz?

PKK tek başına değil ki… Sağdan soldan emir alıyor  ve ona göre hareket ediyor. Yazık oldu akan kanlara, analara, evlatlara. Şimdi de önü alınamıyor. Kürt açılımı dediler, evet çok iyi açılımlar yapıldı. Kürtçe konuşuluyor artık, bu çok güzel. Ama halk bunu devletin yaptığı bir şey olarak görmüyor. Halk “Eğer PKK olmasaydı, silahla şehre inmeseydi, biz bu haklarımızı alamazdık. 1984’ten önce biz aç bî ilaçtık. PKK ile bunları elde ettik.” diyor. PKK’nın tutulur tarafı yok. Ama bölgede bir kesim var ki onlar hâlâ PKK’ya sırf bu yüzden inanıyor ve karşısında duramıyor. Ne yazık ki durum bu.

O zaman sadece Kürt sorunundan bahsedemeyiz…

Temelde Kürt sorunuydu. Ama açılımlarla son yıllarda iyi adımlar atıldı. İş artık PKK sorunu olmaya başladı. Çünkü PKK bu açılımlardan rahatsız. Kürt sorunu bir PKK belasına dönmüş durumda.

Sizce çözüm nerede?

Öyle üstünkörü çözümler üretmek mantıklı değil. O kadar dal budak salmış bir durum ki, neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Ama şimdilerde âkil adamlar ekibi kurulmuş. İçine baktım, beni çok da tatmin etmedi.

(Resmin büyük halini görmek için TIKLAYINIZ..)

 

TÜRKİYE GÖRMEDİĞİ RAHATIN İÇİNDE

“Benim çevremdeki insanlar genelde Türkiye’nin gidişatından memnun değil. Ama bence Türkiye, ömrümde görmediğim rahatı görüyor. Fransa’nın ünlü dergisi Le Nouvel Observateur’un kapağında, “Ekonomik kriz olması durumunda paranızı kime emanet edersiniz?” diye bir çalışma var. İçeride de koca bir dünya haritası. Sakladım, hâlâ Paris’te. Kırmızı, sarı ve yeşille ülkeleri kodlamışlar. Kırmızı asla, sarı belki, yeşil de paranızı emanet edebileceğiniz ülkeleri gösteriyor. Türkiye birkaç yeşil ülkeden biriydi. Bu, gözden kaçacak bir durum değil. Ama son günlerde ifrata kaçıldığına dair bir tedirginlik var içimde.”

BODRUM’U TURİZME BEN AÇTIM

 Yazar Osman Necmi Gürmen, Türkiye’deki edebiyat anlayışından dertli. Kıymetli bir eseri topluma   tanıtmak için kullanılan reklamların, Türkiye’de çok farklı yapıldığını düşünüyor. “On para etmez denilen kitaplar topluma resmen dayatılıyor. Ticarî ve art düşüncelerle bu işten rant elde edenler var.” diyor. Niteliği olmayan isimlerin deha diye tanıtılmasından ve bu isimlerin düşünceleriyle topluma şekil verilmesinden rahatsız.

 

Siverek’te geçen zor yılların ardından Bodrum’a dönüş sebebiniz neydi?

Küçüklüğümden beri bütün derdim yazı yazmaktı. Sahilde yer arıyordum kendime. Adana’dan başladım, bütün sahilleri gezdim. İstanbul’a gelince teyzem Bodrum’dan bahsetti. “Oraya git.” dedi. Geceydi gittiğimde, ne otel ne lokanta var. Bir tane aşevi vardı.  Bodrum’a yazı yazmaya giden adam rahat duramadı. Bölgenin ilk otelini açtım. 10 yıl orayı işlettim. Turist görmeye başladı Bodrum. Turistlerin oraya girmesindeki en büyük sebeplerden biri benim. Hem yurtiçinden hem de yurtdışından çok gelen olurdu.

Annenizi anlattığınız Rana romanıyla tanıdı Türkiye sizi. Özel bir kitap olmalı?

O benim içimde ukde olan bir şeydi. Annemin iyi zamanını hiç hatırlamam. Şizofrendi. Hep hastalığını gördüm. Muazzam zekiydi. Almanca, Fransızca biliyordu ve çok iyi piyano çalardı. Bu da onun piyanosu (salonda karşımızda duran piyanoyu gösteriyor). “Niçin bu kadın böyle oldu?” diye düşünürdüm hep Yıllar geçti bunu düşüne düşüne, neden olmuştu, nasıl o hale geldi derken yazdım işte. Bu anlamda benim için özel. Hem anneme, babama, dedeme şükran borcu olarak görüyorum Rana’yı.

Şu an yeni bir roman üzerinde çalışıyormuşsunuz…

Yarısı bitti ama şimdilerde biraz kesintiye uğradı. 1930’lu yıllarda Türkiye’mizi anlatıyor. Yeni Türkiye’nin Batı’ya olan hayranlığı, ondan kopyalanması ve ona özenmesini konu alıyor. Yeni Cumhuriyet, sırtını bir şeylere dayama peşinde. Bu Batı hayranlığını ve Türkiye’nin halini tasavvufu yol edinmiş sufi aileden gelen küçük bir kızın gözünden kaleme alıyorum.

Neden tasavvuf?

Bizde Mesnevi hakkında bir kitap yazıldı, aldım okudum ama beni tatmin etmedi. Mesnevi düşüncesini gündelik yaşamın içinde nasıl olduğunu bilmek ve o yaşam tarzını anlatmak istedim. Benim tasavvufa olan ilgim çok uzun yıllara dayanıyor, yeni bir şey değil. Hatta 1976’da ilk yazdığım kitabın önsözü Hallac-ı Mansur’un ifadelerinden oluşur.

[email protected]

Tuğba Kaplan

Gazeteci/ Aksiyon Dergisi Politika, Sosyoloji, uluslararası ilişkiler, medya ve kültür dünyasından ünlü isimlerle gündemle ilgili aktüel röportajlar yapmaktadır. Ayrıca gündeme dair konuları farklı yönleriyle ele alan dosyalar hazırlamaktadır.

You may also like...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>