TV Elimizde Patlamasın!

Televizyon, kârsız bir değiş-tokuş aracı. Bizden zamanımızı ve değerlerimizi çalarken, karşılığında elle tutulur bir şey veremiyor. Bunun ne kadar farkında olsak da ona karşı koyamıyoruz. Peki değer yargılarımızı ve vaktimizi bu yalancı cennete feda etmeye değer mi dersiniz?

 

TUĞBA KAPLAN – YENİ BAHAR DERGİSİ | 19 Ocak 2012

“Bir kültür sözlü iletişimden yazıya, basılı yayınlardan televizyon yayınlarına kaydıkça, hakikatle ilgili fikirleri de değişir.”

Televizyonun bireyler üzerindeki öldürücü etkisini bu sözlerle ifade ediyor Amerikalı yazar, medya kuramcısı Neil Postman. Televizyonun günlük hayatımızın parçası olduğu bir gerçek. Evlerin başköşesini süsleyen ve sakin sakin duran bu büyülü kutunun faydaları kadar zararlarının da olduğu göz ardı edilemez. Zira her geçen gün sanal-gerçek algımızdaki kayma sebebiyle Postman’ın sözlerini hatırlıyoruz. Ama televizyon istediği kadar zararlı olsun. Bir şekilde ondan kopamadığımıza göre, TV iyi mi kötü mü gibi ardı arkası kesilmeyen tartışmaları bir kenara bırakıp içerikte problem çözümüne odaklanalım istiyoruz. Ülkemizde televizyon yayıncılığında ne durumdayız, neden nitelikli ve naif içerikli programlar izleyemiyoruz, seyirci olarak mevcut içeriklere katlanmaya devam mı edeceğiz, yoksa bu gidişata dur deme şansımız var mı, kaliteli televizyon yayıncılığı adına kanal yöneticileri, kurumlar ve bireylere düşen sorumluluklar nelerdir gibi sorulara cevap bulmaya çalıştık.

Televizyon, boş zamanlarımızı değerlendirme biçimimizden düşünme ve hissetme tarzımıza, aile içi ve toplumsal ilişkilerimizden meslek hayatımıza kadar hayatımızın her karesinde karşımıza çıkan, istemesek de etkisine maruz kaldığımız bir iletişim aracı. 1960’lı yıllardan bu yana teknolojinin de etkisiyle, onsuz bir yaşam düşünmek neredeyse imkânsız hale geldi. Bu da dünyanın bütün dizginlerini televizyona teslim etmesine, hatta tek yönlendiricinin o olmasına kapı aralıyor. Televizyonun bu dayatmalarını bile bile bir türlü ona karşı duramayan bir izleyici kitlesine sahip olması ise işin asıl ilginç boyutu.

TELEVİZYON İZLEMEYE MECBUR MUYUZ?

İşten veya okuldan yorgun argın gelen insanın dinlenmek için kitap okumak ya da uyumak yerine televizyonu tercih etmesi, sanki buna mecburmuş gibi davranması durumun garabetini gözler önüne seriyor. Ama insanların alışkanlıklarıyla yaşadığını ifade eden Samanyolu Televizyonu Programlar Koordinatörü Murat Kesgin’e göre, TV izleme davranışı ağırlıklı olarak ekonomik seviyeyle ilgili. Zira televizyon en ucuz, ekonomik, basit bir kumanda ile ulaşılabilir, pratik dinlenme ve eğlenme aracı olduğu için insanlar kayıtsız şartsız onun yönetimine giriyor. Eskiden insanlar, birbirlerine derdini anlatmak, tecrübe, sevinç, üzüntü kısacası hayatı paylaşmak için buluşurken, TV ortaya çıkınca bu ortamlar yok denecek kadar azaldı. Yüz yüze diyaloglar, yerini bu renkli kutuya bıraktı. Çoğu birey, TV ekranlarında kendini bulup, ekrandaki karakterle kendini özdeşleştirmeye başladı. Hatta bazı ev hanımları, dizideki ortamları hayalindeki eve, mutfağa benzettiği için televizyona bağımlı hale geldi. Bu noktada televizyonu ‘yalancı bir cennet’e benzeten Kesgin, dizilerin çok izlenmesine yönelik şöyle bir tespitte bulunuyor: “Ayetler Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e inmeye başladığında, sahabe efendilerimiz O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip vahiylerin ağır geldiğini ve zorlandıklarını ifade ediyor. Sahabeler, “Nasıl dinlenelim?” diye sorunca ardından Allahû Teâlâ Yusuf Sûresi’ni gönderiyor. Yani o eşsiz hikâye iniyor. Allah insanları dinlendiriyor hikâye anlatarak.” Kesgin’e göre, hikâye dinleme-izleme, insanın fıtratının gereği ama tabii ki en az hikâye kadar onun nasıl anlatıldığı da önemli. Çünkü Türkiye’de hikâyenin amacından saptırıldığını, sadece dizi endeksli yayıncılık yapıldığını görüyoruz. Genel yayın anlayışına sahip bir kanalın sadece dizi ağırlıklı program yapması ya da içeriklerin değerlerimize tamamen aykırı olması insanın ihtiyaç duyduğu hikâyenin tam olarak anlatılamadığını gösteriyor.

Ülkemiz, televizyon sektörüne geç katılmasına rağmen, yayıncılıkta çok hızlı ilerliyor. Ancak gelişen televizyonun içi doldurulamıyor. Bu da içerik sorununu ve beraberinde klişeyi getiriyor. İzleyicinin bir süre seyrettiği her program, dizi formatına dönüşüyor. Haber bültenleri, yarışmalar hatta spor programları bile belli bir senaryo ile sunuluyor. Murat Kesgin bu durumu, TV yayıncılığında program türlerinin melezleşmesiyle açıklıyor: “Bütün program türlerinin içine ‘Türk insanı acıyı sever’ mantığıyla, mutlaka bir drama yerleştiriliyor. Hikâye tarzı, insanların anlamasını kolaylaştırıyor.” Kesgin’e göre bu durumun sebebi, televizyonun zekâ yaşının 5-6’dan çok daha gerilere düşmesi. Çünkü olaylar örgüsünü çok basite indirgemek, bir bakışta çözülmesini sağlamak gerekiyor. Nitekim algılaması zor ama tutan dizilere baktığımızda reytinglerin çok da yüksek olmadığını görüyoruz. Bir süre sonra sadece anlayanlar o dizinin tutkunu oluyor. İzleme oranı düşen pek çok dizi ya da program ise yayından kaldırılıyor. İzleyici sadece dizi ve yarışmalarda hatta spor programlarında bile bir senaryonun içine çekiliyor.

Zaman Gazetesi Spor Müdürü, TRT Şut ve Gol spor programı yorumcusu Serkan Akcan, geçmişteki birçok spor programının bir senaryo ve bazı yorumcuların da bir projenin ürünü olduğunun bilindiğini savunuyor. Yeni nesil spor yayıncılığında önce bilginin konuştuğunu düşünen Akcan, ancak bazı programlarda bir futbolcunun arkadaşlarıyla oturup kahve içmesinin çok matah bir durummuş gibi dakikalarca tartıştırılabildiğini aktarıyor.

Haber programlarındaki durum da dizi, yarışma ve spor programlarından farklı değil. TRT Haber İstanbul Bölge Koordinatörü Meryem Özkurt, birçok program türü gibi haberlerin algısının da değiştiğini dile getiriyor. Artık olayları konu alan haber programları yerine, açık oturum şeklinde tartışma programlarının yapıldığını belirtiyor. Ayrıca, çoğu haber programı izlenme adına nitelikli olsa da, hemen hemen bütün kanallarda her gün aynı formatta yorum programı izlemek haber programcılığını klişeden kurtaramıyor.

‘BİZİM KADAR FORMATI

ÇABUK TÜKETEN ÜLKE YOK’

Televizyon yayıncılığında ticarî kaygı ve bunun sonucunda oluşan reyting çıkmazı da büyük sorun teşkil ediyor. Kanalların ayakta durması için şüphesiz reyting önemli. Ama reyting bir kanalın kaçıncı önceliği olmalı? Bu handikaplar uğruna nitelikli yayın yapılamaması, sektördeki boşluğu gözler önüne seriyor. “Dünyada bizim kadar formatı çabuk tüketen bir ülke daha yok.” diyen Murat Kesgin, buna İngiltere ve Amerika’da yıllardır devam eden programların Türkiye’deki taklitlerinin bir sezonda tüketilmesini örnek veriyor. Amerika ve Avrupa’daki istikrarı ise kurulu sistemin sağlamlığı ve özgünlüğü ile ilişkilendiriyor.

Amerika’da bağımsız yerel kanalların sayısı son 20 yıl içinde 3 kat artarak 214’e ulaşırken, bunların 39’u tematik (bir program türüne yoğunlaşan) yayın yapıyor. Televizyon 19.30 ile 20.00 saatleri arasında daha sık izleniyor. İngiltere’de ise, ticarî kaygıları bertaraf etmek için kamusal yayın yapan iki TV kanalında (BBC1 ve BBC2) reklam yayınına izin verilmiyor. Reklamlar sadece özel kanallarda, sınırlı sayıda yayınlanabiliyor. Hollanda’da da kanalların ilk amacı toplum yararı. Ülkede tütün ürünleri ve reçeteli ilaçların reklamı yasak. Alkol reklamlarına ise 3 saniyeyi aşmama ve “İç ama ölçülü iç”, “Sosyal ol ölçülü iç” gibi mesajlar içermesi şartı koşuluyor. Dünyadaki olumlu örneklere göz attığımızda “Bizde neden bunlara benzer sistemler kurulamıyor?” sorusu aklımıza takılıyor. STV Programlar Koordinatörü Murat Kesgin’e göre ülkemizdeki sorun, senaristlerdeki ‘bir köpek iki kemik’ anlayışı ve yapımcıların programları çeşitlendirememesinden kaynaklanıyor. Ticarî kaygılar yüzünden senarist ve yapımcılarda, “Nasıl olsa bu format tuttu, bu nehir akıyor, ben de bir tane yapıp nemalanayım” düşüncesi hakim. Bu da benzer program tarzı ve çabuk tüketimi beraberinde getiriyor. Tam da bu noktada Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde Türkiye’de televizyon yayıncılığına yönelik düzenlemeleri hatırlamak gerekiyor. AB, yayın kuruluşları, programcılar ve yapımcılara belirli sınırlar çiziyor. Birlik, Türkiye’ye de medya profesyonellerinin eğitimi, yapım projeleri ve şirketlerinin geliştirilmesi, film ve görsel-işitsel yapımların dağıtımının geliştirilmesi ile ilgili önerilerde bulunuyor.

Ticarî kaygının reyting mücadelesini ortaya çıkardığı bir gerçek. Yayın kuruluşlarının ayakta durabilmesi için reyting topyekûn göz ardı edilemez. Ancak ortalama bir yayın kalıbı çıkarıp izleyiciye bir şeyler verebilme çıtasını olabildiğince yükseltmek şart. Murat Kesgin, bunun kanalın sorumluluk ve yayıncılık anlayışı ile ilgili olduğunu düşünüyor. Ona göre gazete ya da TV tüm medya birimlerinin, insanlara karşı sorumlu bir yayın politikası olması gerekiyor. Çünkü insanlar akşam evine gelip mutlaka TV izliyor. Siz yayınlarınızla katkıda da bulunabilirsiniz, onları yoldan da çıkarabilirsiniz. Kesgin, yayın anlayışındaki sorunun reklam veren, yayıncı ve izleyicinin ortak sorumluluk anlayışı ile çözüleceğine inanıyor: “Kimse ‘Bana ne kardeşim?!’ diyemez. Seyirci, kanal sahibi ve reklam verene öz denetim dediğimiz vicdanlarını sorgulama görevi düşüyor. Herkes vicdanı ile hareket ederse ortalama bir yayın çıkar. Zarar vermeyecek şeyler yapılabilir.”

Serkan Akcan da nitelikli spor yayıncılığında her şeyden önce insanî değerlerin ön planda tutulması gerektiğini ifade ediyor. Programda temel esasın bilgi olduğunu, bilginin de yayıncılığın temeli olduğunun unutulmamasının altını çiziyor. Meryem Özkurt ise Türkiye’de haber programcılığının her kanalın kendi yayın politikasıyla ilgili olduğunu hatırlatıyor. Ona göre yayıncılıktaki öncelikli amacın reyting mi yoksa bilgilendirmek mi olduğuna bakmak lazım. Reyting ve reklam kaygısı sektörde ortak bir çözüm oluşturuyor. Reyting ve reklam kanallar için önemli olsa da, önceliğin bu olmamulı.Her kanalın nitelikli yayın politikasıyla ticari değil toplumsal kaygı gütmesi şart.

KLİŞE YAYINCILIĞIN ÖNÜNE NASIL GEÇİLİR?

Ülkemizde kanalların çoğu genel kitle odaklı yayın yapıyor. Bu tarz özellikle gençlere hitap etmiyor. Hal böyle olunca insanın aklına tematik kanallar geliyor. Kesgin, gençlerin beğenileri çok değişken ve geçici olduğu için genel kitlede onları yakalamanın mümkün olmadığına, günümüzdeki gençlik dizilerinin de yetersiz kaldığına dikkat çekiyor. Oysa tematik kanal ve programlarda gençlere çok rahat hitap edilebileceğini vurguluyor. Günümüzde bazı kanalların izleyici zihninde bir kimliği olduğuna değinen Kesgin, bazı kanalların bazı programlarla (yarışma, dizi film, vs.) özdeşleştiğini kaydediyor. Buradaki sorun, bu kanalların tematik değil, genel izleyici profiliyle yayın yapması. Olması gereken ise tematik olmayan kanalların, belli bir yayın türüne ağırlık vermesi değil, türler arasında çeşitlilik sağlaması. Ancak bugün televizyonculuk anlayışımızda buna rastlamak pek mümkün değil.

Murat Kesgin, televizyondaki bu klişenin, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) tematik kanal ve programların yaşamasına destek vermesiyle giderilebileceğini belirtiyor: “İzleyicilerin belli program türlerindeki tatminini sağlayabilmek için bunların sayısının artması gerekiyor. Bunun için de belli alanda yayın yapan bu kanallara RTÜK’ün gelir anlamında avantajlar sağlaması şart.”

Televizyondaki genel sorunun ise iki çözümü var: Yayıncının vicdanî sorumluluğunun olması ve seyircinin hesap sorması. “Kanallar, kurumlar ve yayınlar sorumlu olabilir ama seyirci neden kendini sorgulamıyor?” diye soran Kesgin’e göre, izleyici kendi gücünün farkında değil, üzerine düşeni yapmıyor, şikâyetlerini dile getirmiyor.

Sorumsuz yayıncılığa karşı şikâyetlerini dile getirenler de yok değil. İnternet ortamındaki forumlar ve sosyal paylaşım sitelerine baktığımızda televizyonla ilgili pek çok şikâyete rastlıyoruz. Genel olarak program aralarında dönen reklam ve film fragmanlarındaki uygunsuz içeriklerden dem vurulduğunu görüyoruz. Murat Kesgin’e göre nihai çözüm için izleyicinin, dizilerle ilgili tepkilerini o kanal yerine yapım şirketine, reklamlarla ilgili sıkıntılarını da firmalara iletmesi şart. Kanallar ve yayıncıların ise elini vicdanına koyup, bir milletin kültürünün yok olmasına zemin hazırlayacak yayın anlayışından uzak durması lazım. Kesgin, olumsuz gidişattan her kesimin etkileneceğini şu örnekle anlatıyor: “Bence medya sektöründe çalışanların odasına bumerang asması lazım. Yapımcı, kanal sahibi ve reklam veren bumerang sayesinde yaptığı her işin bir gün kendisine döneceğini ancak böyle hatırlayabilir.”

Bir diğer çözüm önerisi de İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ceyda Ilgaz’dan geliyor. Ilgaz’a göre en başta doğru Türkçe kullanımına dikkat edilmesi gerekiyor. Haberle yorumu karıştıran anlayışın terk edilmesi de olmazsa olmazlardan. Toplumun her kesimine yönelik çok yönlü eğitici-öğretici programlara yer verilmeli.

Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yrd. Doç. Dr. M. Doğan Karacoşkun ise yayın politikalarının toplumun kültürel değerlerini gözeterek yeniden düzenlenmesini öneriyor. Toplumun değer yargıları, her şeyden önce sorumlu bir vatandaş ve yayıncı olarak ön planda tutulmalı. Seyirci ise televizyon izlerken seçici olup, her programı değil, kendi değerlerine uygun olanları tercih etmeli.

[email protected]

Tuğba Kaplan

Gazeteci/ Aksiyon Dergisi Politika, Sosyoloji, uluslararası ilişkiler, medya ve kültür dünyasından ünlü isimlerle gündemle ilgili aktüel röportajlar yapmaktadır. Ayrıca gündeme dair konuları farklı yönleriyle ele alan dosyalar hazırlamaktadır.

You may also like...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>