Cadı avında sıra akademisyenlere geldi

HALİL İBRAHİM YENİGÜN, CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN “AYDIN MÜSVEDDESİ, SÖZDE AYDIN, CAHİL, KARANLIK” GİBİ HAKARETLERİNE MARUZ KALAN AKADEMİSYENLERDEN BİRİYDİ. GEÇEN HAFTA CEM KÜÇÜK’ÜN HEDEF GÖSTERMESİYLE İŞİNDEN ATILDI.

Yard. Doç. Dr. Halil İbrahim Yenigün, “Bu suça ortak olmayacağız” diyen barış bildirisini imzaladığı için öğretim üyesi olduğu İstanbul Ticaret Üniversitesi hakkında disiplin soruşturması başlatmış ve hocayı görevinden uzaklaştırmıştı. Star’ın yazarı Cem Küçük yazısına konu yapınca da karar hızlandırıldı ve Yenigün üniversiteden atıldı. Küçük, 20 Şubat’taki yazısında ‘PKK’lı akademisyen’ dediği Yenigün hakkında hiçbir işlem yapılmadığını, üniversitede çalışmaya ve maaş almaya devam ettiğini söylemiş 22 Şubat’taki yazısında da aynı ithamlara devam etmişti. MAZLUMDER genel sekreter yardımcılığını yürüten Halil İbrahim Yenigün aynı zamanda İslamcı düşüncenin şehitlerinden Sedat Yenigün’ün de oğlu. Cadı avında sıranın bir gün akademisyenlere geleceğini düşünüyormuş zaten. Dolayısıyla kendisinin ve diğer akademisyenlerin yaşadıklarına hiç şaşırmıyor. Yenigün’le sadece barış bildirisi ve yankılarını konuşmadık elbette. İslamcı düşüncenin fikir zeminin oluşturan babası Sedat Yenigün’ün cumhurbaşkanı Erdoğan’a abilik etmesine, bugün içerde ve dışarda yaşanan sorunlardan kimin sorumlu olduğuna ve MAZLUMDER’in Silopi raporuna varıncaya kadar birçok konudaki değerlendirmelerini dinledik.

 

Akademisyen Halil Ibrahim Yenigun. 15 Subat 2016 / Mehmet Yaman

15 Subat 2016 / Mehmet Yaman

Geçen hafta iş akdiniz feshedildi. Hangi gerekçe ile üniversitedeki işinizden atıldınız?

Gelecekte bir gün Türkiye tarihçileri Türkiye 2016’da nasıl bir ülkeydi diye soracak olurlarsa cevap bellidir: Tetikçi köşebazların üniversitelere söz geçirip hoca kovdurtabildiği bir ülkedir. Evet, nihayet bir operasyon daha başarıyla tamamlandı. Şu hissiyattayım ve aslolan bu bence: Zamanımıza şahitlik ediyoruz. Geriye dönüp baktığımda 28 Şubat’taki hiçbir eylemimden pişman olmadığımı görüyorum. Şahsen o zamandan beri içimden gelen aynı sesi dinliyorum. Hayata Dönüş’te, Umut davasında, Ulucanlar’da, 2003 Tezkeresi’nde, Kürt Sorununun hiçbir noktasında, aldığım tavırlara dönüp baktığımda hata etmişim demiyorum. Yanıldıklarım daha çok AKP sürecine hüsnü zannımda oldu. Duam şu ki Roboski ve Gezi’den bugünkü karanlık günlere inşallah şahitliğimizi yapmışızdır. Yine inanıyorum ki ıslah ve tashih vazifesini Roboski’den beri siyasal kazanımlara feda edenler veya hiç olmazsa çocukları-torunları er geç durumu idrak edecekler. Yazılı basın ve sosyal medyada çıkan röportaj ve beyanlarım ile üniversiteye dönük hakaret ettiğim, itibar zedeleyici ithamlarda bulunduğum gerekçesiyle çıkarıldım. Cem Küçük’ün Star’da yayınlanan ve benim üzerimden İstanbul Ticaret Odası Başkanı İbrahim Çağlar’ı hedef gösterdiği yazılarından sonra iş akdim feshedildi. O gün üniversite yetkililerine de söyledim, aslında hiç de üniversite itibarını zedeleyici şekilde konuşmadım, sadece yaşadıklarımı anlattım. Küçük yazısında okula dönük asılsız ithamlar yaptı, ben buna karşılık okula, “sizinle aramızda bir durum olabilir ama burada durum farklı, benim üzerimden okula yönelik bir operasyon olduğunun sanırım siz de farkındasınız ben de farkındayım” dedim, okulun hukukunu gözetmek istedim. Yaşananlar şaşırtıcı değil ama süreç şık sonuçlanmadı. Dört buçuk yıldır çalıştığım üniversitedeki emeğimin karşılığı olan kanuni haklarım için hukuki yollara başvuracağım.

-Olayın sizinle sınırlı kalmayıp, cadı avına dönüşeceğini düşündünüz mü?

Doğrusu akademisyenlere yapılan saldırılara şaşırmadım, şok olmadım. Böyle bir Türkiye’ye üniversitelerde ses çıkaran, bir nevi “arıza çıkaran” hocalar aslında fazla geliyor. Belli bir istikamete girmiş Türkiye’de bütün bu çatlak seslerin hesabının görüleceği günün geleceğini bekliyordum açıkçası. Zamanı belli değildi. Sultanahmet patlamasını unutturmak için akademisyenlere böyle davranıldığını düşünenler vardı. Ama ben öyle düşünmedim. Gezi’de başlayan bir süreç var ve “Sıra bize geldi” dedim. Akademisyenlerin hesabı görülecek ve sindirilecek diye düşündüm.

-Peki, sırada kim var?

İslami sivil toplum ekseriyetle çok öncesinden bağlandı, gongolaştırıldı. SDK’laştırıldı( sivil devlet kurumu). Medya, iş dünyası, eğitim kurumları, akademisyenlerden sonra bazı seküler sivil toplum kuruluşları kalıyor. Bundan sonra İslamcılar dışındaki kurumlar ve üniversitelerde iktidar çevrelerinin kadrolaşamadığı kurumlar gelecek. Ve büyük resim böylece başka türlü tamamlanacak diye öngörüyorum.

-Size o bildiriyi imzalatan duygu ya da düşünce neydi?

Sanki örgütlü bir yapı ve ortak işi gibi söyleniyor ama değil. Bana sosyal medya üzerinden gelen bir bildiriydi. İmzayı attıktan sonra bana “Sen kimlerle birliktesin?” diye soranlar oldu. Burada örgütlü bir akademisyen topluluğu yok. Aslında örgütlü olan kesim tam tepede. İçinde Doğu Perinçek’lerin Sedat Peker’lerin, Türkeş’lerin olduğu 80 öncesinden bu yana ne kadar derin devlet unsuru varsa hepsiyle irtibatta olanların örgütlü cephesi tepede. “Kendisinden olmayan”la ittifak edenler orada ve aslında hiç de parlak bir manzara yok. Bu bildiride hiçbir ortak hesabı olmayanlar yalnızca bir metin üzerinden buluştu. O metnin kendilerini yansıttığını, hükümete söylemek istediklerini ifade ettiğini düşündü. Konumum itibariyle kendini ulus devlet olarak tanımlayan, ‘Türk milleti adına’ diye kararlar çıkaran Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcisi olduğunu iddia ettiği kesimden biriyim. Anadilim Türkçe, Türk’üm yani. Bundan dolayı “Benim için öldürme” mesajı vermeye çalıştım.

“Bir terör, örgüt var ama sonucundan devlet sorumlu tutuluyor.” diye hain ilan edildiniz.

İnsan hakları örgütleri terör kelimesini hiçbir zaman kullanmaz. Ben de kullanmıyorum. Sorun bana göre şiddet sorunu. Siyasal şiddet, gündelik şiddet ve kadına karşı şiddet de aynıdır. Hiçbirini ayırt edemeyiz. Terör sorunu diye bir şiddet biçimini ayrı tutup, ona odaklanmak bizi gerçek sorundan uzaklaştırıyor. Bu şiddet sorununda, terör örgütü denilen yapılardan ziyade devletlerin masum sivilleri daha çok öldürdüğünü bilir. ABD’nin Irak’ta öldürdüğü insan sayısına bakın, onun kadar masum sivil öldürmüş bir mekanizma yoktur. Suriye’de Beşar Esad’ın masum sivil öldürdüğü kadar, hiçbir örgüt bunu başaramamıştır.

-Metnin dilinin sorunlu olduğu, devleti töhmet altında bıraktığı, PKK’ya hiçbir şey söylenmediği eleştirilerinde haklılık payı görüyor musunuz?

Sadece PKK’yı eleştiren, devlete hiçbir şey söylemeyen metinler de var. Ama bunlar gündeme gelmiyor, ‘Bu metin tek taraflı olmuş, devlete bir şey söylemiyor” denmiyor nedense. Rabia Katliamı gibi koca bir katliam oldu. 1600 ile 3000 arasında değişen masum sivil katli oldu. Rabia eylemi yüzde yüz barışçıl bir oturma eylemi değildi, bunu biliyoruz. Rabia eylemlerini İhvan ne kadar barışçıl yapmaya çalıştıysa da oraya silahla gelen İhvancılar vardı. Ve polisle çatıştılar. Ama bunu gündem yapmanın anlamı yoktu. Ortada koca bir katliam varken ‘İhvan da silahlı gelmemeliydi’ denilemezdi. Yani ben vatandaşı olduğum devleti muhatap alıyorum.

-Görevden alınan, gözaltında olan, evi aranan isimleri duyuyoruz. Cılız da olsa tepkiler geliyor…

Uluslararası konjonktür hem Güneydoğu’da yapılanlar için hem de onun dışındaki kesimlere yapılacak baskı ve sansürlere son derece elverişli görünüyor. AB ve ABD de birçok konuda açık çek vermiş durumda. Yeter ki, mülteciler ve IŞİD konusunda bir işbirliği olsun. Bu bakımdan maalesef durum lehimize değil. Üniversitelerin devleti yoktur. Devlet kurumu değildir. Üniversiteler kalıcı, devletler geçicidir. Ezher üniversitesi dünyanın ilk üniversitesi diye bilinir, Fatımiler ’den bu yana 4-5 devlet gelip geçmiştir. Bizde bunun anlaşılması gerekiyor.

-İmzasını geri çekenler oldu dendi. Siz hiç düşündünüz mü?

Resmi kanallardan olmadı ama başka türlü markajlar oldu bana. Tabi bunların arkasında resmi kaynaklar mı var bilemiyorum. Biz neye imza attığını, okuduğunu anlamayacak insanlar değiliz. Bu muamelenin yapılması ciddi saygısızlık ve akademisyenlerin zekâsına hakarettir.

İmza atmamış olanlar ekmek kaygısı endişesinden dolayı atmadı. Uzaklaştırma kararı çıkınca üniversitemden birçok tanıdığım tanımadığım akademisyen beni ziyaret etti ve bana “Kusura bakma biz atamadık. Borçluyum, zor durumdayım” diyenler oldu. Eğer Türkiye özgür bir ülke olsaydı bu bildiriye mevcut sayının belki 10 katı akademisyen imza atacaktı. Akif’in dediği gibi: “sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle/fikr-i hürriyyet ölür.” Seyyid Kutub’u Nasır 1966 yılında bütün insan hakları örgütlerinin itirazına rağmen astı. Ondan sonra Seyyid Kutub’un fikirleri yayıldı ve daha da etkili oldu. Yani öldürseniz bile bu insanlara, akademisyenlere bir şey yapamazsınız aslında.

Akademisyen Halil Ibrahim Yenigun. 15 Subat 2016 / Mehmet Yaman

“Öldürseniz bile akademisyenlere bir şey yapamazsınız”

-Akademisyenlerin hedef gösterilip, korkutulmasındaki amaç ne?

Bir cezalandırma durumu olacak ve seçmece yapılacak Gezi’deki gibi diye düşünüyorum. Mesela Cemaate karşı topyekûn bir sindirme harekâtı oldu. Akademisyenler arasında çok göze batanları cezalandırıp, geri kalanları sindirmek ve bir daha konuşamaz hale getirmek amaç. İmza atan akademisyenlerin çoğu “uluslararası” sayılacak akademisyen diyebiliriz. Uluslararası yayın yapanlar Benim gibi Erasmus koordinatörlüğü yapanlar var. Biz yeniden iş bulabilir, yurt dışına gidebiliriz. Ben ABD’de okudum ve döndüm buraya, istesem orada kalabilirdim. Birçoğumuz bu durumdayız. Türkiye tersine beyin göçü için bu kadar uğraştı, emek verdi. Aziz Sancar’lar başarı gösterdiği zaman Türkiye iftihar ediyor. Ama o insanın burada neden yapamadığını göz ardı ediyoruz. İmza atan akademisyenleri bu ülkeden uzaklaştırdıkları zaman geleceğimize ve gençliğe büyük ihanet edilmiş olacak. Akademisyenler değil ülke cezalandırılıyor. Tekrar beyin göçleri başlayacak. Türkiye değişti düşüncesiyle gelenler, artık geri dönüyor.

– “MAZLUMDER ne zaman bir rapor hazırlasa, Müslümanları ümmeti ve devleti töhmet altında bırakıyor.” gibi ithamlar var. Doğru mu bu?

İnsan hakları örgütlerinin faaliyet biçimlerini maalesef kamuoyu anlayamıyor. İnsan hakları kuruluşu terör örgütü ifadesi kullanamaz. “Bu kadar yazıp çizmişsiniz ama terör örgütü dememişsiniz” diye şikâyet ediyorlar. Diyemediğimizden değil, demediğimizden yazılmıyor zaten. Dediğimiz zaman yanlış ifade kullanmış oluruz. Human Rights Watch, Amnesty International’a bakın terör örgütü ifadesi geçmez. IŞİD için bile denmiyor. Çatışma durumlarında insan hakkı ihlâllerini işlerken siyasi tavır alma ve cephe seçme insan hakları kuruluşu ilkelerine sığmaz.

-Devletin yanında olmanız mı isteniyor?

“Devletimizden yanayız ama biz buradaki insan hakları ihlallerini gözlüyoruz” gibi bir tavır alma olamaz. Bir çatışma durumu vardır, bunun faili kim olursa olsun, hakları çiğnenenler kimler ve hakları nasıl çiğnenmiş ona bakarız. Ve bunları rapor etmekle mükellefiz kim yaparsa yapsın. MAZLUMDER’e son zamanlarda iftiralar atılıyor. Suriye konusunda Esed’çi olmak iftirası atılıyor. Biz İran’la ilgili her türlü eleştiriyi yapıyoruz. Buna rağmen bir iftira kampanyası yürütüyor ve İrancı olmakla itham ediliyor. İç politikamız için de MAZLUMDER’i PKK’ya yaslanmış olmakla itham eden bir iftiracı güruh var. Bir açıklama yaptığımızda PKK terör örgütü yazmadığı için yapıyorlar bunu. Türkiye’de 90’lardan beri İslamcı örgütlerin hiçbiri terör örgütü tabirini kullanmaz. Bu yönde bir bilinç durumu var zaten. Biz devletin dili ve yaklaşımıyla sorunları ele alamayız. Sivillerin yaklaşımıyla ele alırız. Kim haksızlık ederse etsin devlet örgüt ayırt etmeyiz. MAZLUMDER hem devletin operasyonlarını hem de örgütün hendek politikasını aynı anda eleştirir. Kısaca “daha fazla insanımız ölmeden şiddet sona ersin, silahlar susun, çözüm masasına dönülsün.” diyor MAZLUMDER.

28141

“Babam, Erdoğan’a abilik yaptı”

-Sizi adı geçen diğer akademisyenlerden bir noktada ayrı tutmak lazım. Bir şuur, samimiyet hatta iman olarak tanımlanan, Türkiye İslami hareketinin önde gelenlerinden birinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da övgüyle bahsettiği Sedat Yenigün’ün oğlusunuz. Biz bu kadarını biliyoruz. Peki, kimdi Sedat Yenigün? 

Türkiye’de İslami hareket diye adlandırılan fikir akımı ve sosyal hareket içinde çok merkezî bir isimdi. İstanbul’da büyümüş ve çok erken yaşta MTTB’ye girmiş, 1969 yılında şehit edilen Mustafa Bilgi ile birlikte MTTB’nin ilk-orta öğrenim komitesinin başkanlığını üstlenmişti. O sebeple Türkiye İslami hareketinde müteakip dönemde adı geçen hemen herkese emeği geçmiş olan biri. En çok üstlendiği vazife insan yetiştirmek. Bunu her türlü organizasyon işine koşturma, gençliği örgütleme, onlara abilik etme, ayrıca 1970-80 yılları arasında yayın çıkartarak onları fikrî olarak besleme vazifesini yüklenen bir  düşünce insanı Sedat Yenigün.

–İslamcılığın dönüşümündeki etkisi nasıl oldu?

60’ların sonlarında İslamcı gençlik olarak bilinen milliyetçi bir gençlik vardı. Daha çok sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, mukaddesatçı bir hüviyetteydi. Bu gençlik 80’li yıllara gelinceye dek kendisini inkılabî, şeriatçı, ümmetçi diye adlandıran, bütün dünya Müslümanlarıyla zihnen birleşmiş kozmopolit bir gençliğe evrildi. Sedat Yenigün,  o dönüşümün başkahramanlarından biriydi. Günlüklerinde 60’lı yıllarda “Hayatımı milliyetçiliğe adayacağım” derken, 79 yılında “Biz gençliği milliyetçilik sapkınlığından nasıl kurtaracağız?” yazmış. Bu dönüşümü hem yaşayan hem de yaşatan bir isim. Ben onun günlüklerini incelerken ilk şokum bu oldu. Daha sonra İslamcılık üzerine de çalıştım. Türkiye’de İslamcılığın yeniden doğuşu, bağımsız bir fikriyat oluşu milliyetçilikle bağını koparmasıyla mümkün oldu. O süreçte babam bu rolü tek başına üstlenmedi. En yakın arkadaşları arasında Ali Bulaç, Abdurrahman Arslan gibileri vardır. Ali Bulaç, “Babanın teşvikleri olmasaydı, belki yazarlığa başlamayacaktım.” demişti bana bir seferinde.

-Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın babanızla tanışıklığı nereye dayanıyor?

İlk defa MTTB ortaöğrenim komitesinde Mustafa Bilgi’yle birlikte gençlere abilik ettiği döneme. Aralarında yaş farkı olduğu için Mustafa Bilgi Erdoğan’ın sanırım 4 dönem üstü, Erdoğan imam hatip ortaöğrenim kademesinde. Ama babam Vefa lisesi’nde okuyor. Babamlar onlara Muhammed Kutub’un, Seyyid Kutub’un eserlerini okutmuş. Sonra babam MTTB bünyesinde daha önce çıkartılmış fakat ara verilmiş olan Milli Gençlik dergisini çıkarıyor. Bir de ortaöğrenime yönelik Çatı’yı çıkarıyor. Yeni MTTB de yeni Çatı’yı çıkarıyor şu aralar. Türkiye’de şu an kökence Akıncı, İKO’cu, MTTB’ci olan kim varsa ya arkadaşı ya da elinden geçmiş talebesidir.

-O tedrisattan geçen ve hayatta olan kimler var şu an?

Abdullah Gül’le yakın arkadaş, Bülent Arınç’la arkadaş. Teyitli olmasa da, Eyüp Lisesi’nden mezun olarak geçiyor ama Tayyip Erdoğan aslında babamın öğretmenlik yaptığı İhsan Mermerci Lisesi mezunu diye bir rivayet de gelmişti bana. O sırada müdür muavini olan babam başka okullarda barınamayan her türlü genci, sadece İslamcıları değil, ülkücü gençleri de okuluna nakil alıyor. Mehmet Ali Şahin ve Erdoğan da imam hatipli olduğu için hakları gasbediliyor ve onların da dışarıdan bitirmelerine yardımcı oluyor. O bağlamda bir de Osman Develioğlu’nun adı geçiyor. Bunun dışında ilgilendiği Numan Kurtulmuş var. İskender Pala, Mustafa Kutlu gibi edebiyatçılarla da yakın arkadaş.

30 yılık ömrüne bu kadar şey sığdırması sizi şaşırtıyor mu?

Ömrünün ilk 15 yılından sonra yazmaya başlıyor dergilerde. Geri kalan 15 yılda neler yapmış akıl erdiremiyorum.  Cemil Meriç’e Risale-i Nurları ilk götüren babamdır.  İlk aşamada kendisi götürüyor. “Alev alev imanlı bir genç bana Risale-i Nurları getirdi. Onunla okudum.” diye bahsediyor Cemil Meriç son röportajında. Cemil Meriç sonradan İslami Hareket’te de yazıyor.  Orada bir dönüşüm var. Kızı Ümit Meriç şunu söyledi birkaç yıl önce: “Sedat Yenigün ile Ali Bulaç onun gözleriydi.” Babam ona okurmuş, kâtiplik yaparmış ve bütün öğrencilerini de götürürmüş öğrensinler diye. Sonra Nur talebeleriyle Cemil Meriç arasındaki ilişkiyi tesis etmiş. Nurettin Topçu, Necip Fazıl gibi isimlerle de birçok öğrencisini, ismi tanıştırmış.

 

Müslümancı mı, İslamcı mı?

-Babanızın öldürülmesinin hâlâ bir faili meçhul olduğunu söylüyorsunuz. Aydınlatılması için bir girişiminiz oldu mu?

90’lı ve 2000’li yılların Türkiye’sinde girişim olsa da bir sonuç alınamazdı. Biz 1980 yılından itibaren hiçbir zaman tam anlamıyla rahat bırakılmadık. Babam sanki derin devletin mahremine girmiş, çok derin yerlere dokunmuş da cezalandırılmış ve biz de ailece lanetlenmişiz gibi bir muamele gördük. Metin Yüksel’in 79’da üç-dört tane ülkücü tetikçi tarafından katledilmesini babam derin devletin İslami kesimi çatışma ortamına, şiddet sarmalına çekmeye çalıştığı bir plan olarak değerlendirdi. Salt ideolojik bir kavga olarak değerlendirmedi. Bunu engellemek için her şeyi yaptı. Metin Yüksel’in babası Sadrettin Yüksel ve failler arasında mekik dokudu. Hatta Sadrettin Yüksel “Akıncılar intikam alırsa hakkımı helal etmem” diyor, kan davasına dönüşmemesi için. Babam gücü yettiğince solcu gençliğe yönelik kavga dövüşü bile engellemeye çalışmış mesela. Aydınlatılması girişimleri için Türkiye müsait oldu diye ümit beslerken yine eski karanlık yapıların işin başında olduğunu gördük.

-İslami-İslamcı bir hayat tarzı içinden geliyorsunuz. Son zamanlarda Türkiye’nin içeride ve dışarıda yaşadığı olumsuz gelişmeler İktidarın İslamcılığıyla ilişkilendiriliyor. Bu bakışı nasıl yorumluyorsunuz?

Buna karşı çıkıyorum. “İslamcılık yaptık da ne oldu?” diyor Erdoğan 90’ların sonunda. Erdoğan İslamcılığı terk etti ve Erbakan’ın yöntemleriyle bu işin olmayacağını söyledi. Böyle söyleyen ve bu saikle yola çıkanlara ısrarla İslamcı denmesini anlamıyorum. Erdoğan’ın ağzından İslamcı olduğuna dair bir defa bile bir cümle çıkmadı. O konuda samimi. Erdoğan’ın altında faaliyet gösteren eski İslamcılar ısrarla Erdoğan’ı İslamcı göstermeye çalışıyor. Bir iktidar, dünyadaki Müslümanların çıkarlarını bir nüfuz alanı oluşturmak gayesiyle kollama politikası güdebilir. Bu onu İslamcı yapmaz. İslamcı ile Müslümancı arasında fark vardır.  Bu politikalar çok çok Müslümancı sayılabilir. İslamcılığı yanlış biçimde dünya Müslümanlarının haklı veya haksız fark etmeksizin çıkarlarını korumak anlamında kullanıyorlar. Bir nevi milliyetçiliğin din kimliğine bürünmüş biçimi, yani Müslüman milliyetçiliği. AKP altında faaliyet gösteren ve kendini İslamcı sayanlar da Müslüman milliyetçisi aslında. Müslümancılık bir iktidar arayışı, İslamcılık ise adalet arayışı. Böyle temel bir farkı var. Biz zamanında İslamcılarla Müslümancıları ayırt edemiyorduk. Çünkü Müslümanlar topyekûn mazlumlardı. Ama bunların hangisi iktidar hangisi adalet talebiyle o safta, bunu anlamıyorduk. Şimdi anlıyoruz.

 

 

Tuğba Kaplan

Gazeteci/ Aksiyon Dergisi Politika, Sosyoloji, uluslararası ilişkiler, medya ve kültür dünyasından ünlü isimlerle gündemle ilgili aktüel röportajlar yapmaktadır. Ayrıca gündeme dair konuları farklı yönleriyle ele alan dosyalar hazırlamaktadır.

You may also like...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>