Prof. Dr. Hüseyin Hatemi: AK Trollerden ölüm tehdidi alıyorum

Prof. Dr. Hüseyin Hatemi bir süredir sessizliğini koruyordu. Bu röportajla ezberleri bozuyor. Hükümete düşman olmadığını ama ümidini kaybettiğini söyleyen Hatemi’ye göre üç kusur hâlâ giderilemedi: Dış politika, rüşvet ve emanetin ehline tevdii.
CZkTddVWwAAkcKe

Hüseyin Hatemi denince akla ilk İran Azeri’si olması ve 1402’lik akademisyenler arasında yer alması geliyor. Bir ara İstanbul Üniversitesi’nde İslam hukuku öğreten Hatemi, şimdilerde İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde dersler veriyor. Akademisyenlerin barış bildirisi gündeme gelince 12 Eylül dönemindeki Aydınlar Bildirisi’ni neden imzalamadığını, nasıl 1402’lik olduğunu sormak üzere randevu aldık. Hüseyin Hatemi ile görüşüp de İran’ın izlediği siyaseti, IŞİD saldırılarını, kendisine yöneltilen “Hizbullahçı” ithamını, siyasal İslam’ın geldiği noktayı, dilinden düşürmediği ‘tabii hukuk’un Türkiye’de uygulanıp uygulanmayacağını sormamak olmazdı. Bütün sorularımızı “Şimdi birilerini yine kızdıracağız ama olsun.” diyerek içtenlikle cevapladı.

-12 Eylül döneminde Aydınlar Bildirisi’ne imza atmak isteyip de atamadığınızı söylediniz. Şimdilerde akademisyenlerin  barış bildirisi tartışılıyor. Bu bildiri sizce neden bir anlamda infiale yol açtı?
Yurtdışına oğlumun göz tedavisine gidip geldiğim için çıkış ya da pasaport sorunu olmasın diye imzalayamamıştım o metni. Ama bugün akademisyenlerin ‘barış bildirisi’ni imzalamam için kimse teklifte bulunmadı. Güneydoğu’da üzücü olaylar oluyor. Hukuk devleti, terörle mücadele etmek zorunda. Bildirinin bütününü okumadım. Ama yanlış olan endişe belirtmek değil. Sanki biraz terörle mücadeleye gerek yokmuş gibi bir havada yazılmış. Kasten yapıldığı zannedildiği için infiale yol açtı. Bu aydınlar içinde hukukçu yok. Bunu insanlık görevi olarak gördükleri için imzaladıklarını düşünüyorum. Ama zaten tozdan dumandan ferman okunmadığı, herkesin birbiriyle vuruşturulduğu bir sırada, yabancı kötü niyetli odaklara fırsat verecek bir üslup kullanılmasa çok daha iyi olurdu. Üslup kötüydü.

-Peki, bu, akademisyenleri gözaltına almayı, okuldan atmayı gerektirir mi?
Bu şekilde saldırılması hiç güzel değil. Keskin sirke küpüne zarar verir. Bu durumlarda çok sert olunmamalı. Gözaltına alınmalar bilhassa. Suçlu olduğu şüphesi olsa bile, en nihayetinde pasaport vermezsiniz. İnsancıllığını, hümanizmini göstermek için imzalayanlar, kötü niyetle bu imzayı atmış değil. Üzülüyorum olanlara. İleride Kürtlerin ayrılık hissine bunun da etkisi olur. Türkler içinde de sevgisizliği büsbütün alevlendirir. Şimdi bunu bana getirselerdi, üslubu dolayısıyla imzalamayabilirdim. Olağanüstü hâllerde yangına körükle gitmemek için, iki tarafın da yumuşak üslup kullanması lazım. Akademisyenlere böyle bir linç havası yaratılmasını istemiyorum. Çünkü bundan sonra herkes ağzını açmaktan korkar üniversite çevrelerinde. Ya ‘Vîran olası hânede evlâd ü iyal var’ diye korkar –üniversiteden atılma tehlikesi– ya da başına bir iş gelecek diye korkar. Onun için bir yumuşaklık havası doğsa, Cumhurbaşkanı tarafından yumuşak bir havaya davet edilse güzel olur. Ama ne yazık ki bizde “en-nâsu alâ dîn-i mülûkihim” gerçeği kuvvetli olarak görülüyor.

-Nedir  “en-nâsu alâ dîn-i mülûkihim” gerçeği?
Avrupa’da mezhep savaşlarından sonra yapılan anlaşmaya göre “Bir yerin prensi, hâkimi, kralı hangi mezheptense, oranın tebaası da o mezhepten sayılır.” anlamına gelir. Bu Arapçaya geçtikten sonra bizde başka bir hâl aldı. Yani “İnsanlar meliklerinin, yöneticilerinin dinine uyarlar.” İşte görüyorsunuz, “İsrail kötüdür!” deniyor, hemen kötü oluyor. Elbette kötüdür. Ama bir düşünün. Hemen kabul etmeyin Orwell’in koyunları gibi. Bizde böyle olduğu için bunlar toplum baskısından, moda deyimle mahalle baskısından da korkarlar. Ama sulh havası oluşmalı. Yumuşak söz, tatlı dil, yılanı deliğinden çıkartır.

-Bildirinin iyi niyetle ve barış için imzalandığını söylüyor ve ‘Çocuklar ölmesin’ diyorsunuz. Şimdi size karşı da bir saldırı olmasın!
Hangi inançtan, mezhepten, ırktan, taraftan olursa olsun çocuklar ölmesin, barış olsun diye “Bağrıma köz değdi / Aşiti’ye göz geldi / Gam hançeri sineme / Birce de yoh, yüz geldi.” diyorum.  Mazluma, çocuğa, yaşlıya, muhalif olmayan herkese harp sırasında bir şey zarar verirse üzülürüm.

-Bu bir harp mi?
Aslında harp de değil. Bir örgütün yaptığı şey bütün Kürtler tarafından destek bulmuyor. Buna sert tepki verilmesi, sivil, çocuk, kadın ayrılmaması, tıpkı 1990’lardaki köy yakmalardaki gibi olması, iyi niyetli Kürtleri de bizden uzaklaştırır. Çünkü, artık bu Türklere güven olmaz, diyen o aşiti (barış) sürecinde de çoktu. Mesela iyi niyetle o sulh havası içinde ‘kardeşlik’ dediğimde bir alay beni de Türk ırkçısı sayıp hakaretler ediyordu. “Siz Türkler böylesiniz, faşistsiniz. Bu kaçıncı aldatmaktır.” diyordu. Bir toplum bu kadar arka arkaya küstürülürse, halkı da -şimdi adı pek duyulmasa da- Öcalan’ı veya PKK’yı sempatik görmeye sevk etmiş olur. Zaten görenler bu sebeple çoğaldı. Mezhebe de bakmaksızın, birçok Alevi Kürt de PKK’yı destekliyor. PKK içinde bir koalisyon meydana getirildi. Sert hareketler buna çok yardım etti. PKK içinde Alevi-Sünni birleşti. Ama katılmayanlar da var. Bunlar genellikle Sünni ve Müslüman kanaat önderleri. Onların da korkudan sesi çıkmıyor. Şeyh Said olmaktan korkuyorlar. Türk Aleviliğinde zaten mesele yok. Ama Kürt Alevileri ayrılıkçılığa daha fazla kaydılar. Ama yine de az da olsa Alevilerde de ayrılıkçı olmayan Kürtler var.

-Ayrılıkçılığı ve çatışmayı ne önler?
Said-i Nursi çizgisi. Keşke Said-i Nursi darıltılmasaydı. Belki bugünkü durum ortaya çıkmazdı. O ayrılıkçı değildi. Kürtlere de insan haklarına eşit şekilde saygı duyulmasını isterdi. Bunu da gerçekleri görerek söylerdi. Her ülkede tarihin getirdiği şartlar içerisinde bir resmî dil olmasını, çoğunluğun dilini konuşmayanlar için ortak bir dil olması gerektiğini söylerdi. Eğer bir ülkede birden fazla azınlık var ve hepsi kendi dili resmî dil olsun isterse bu bölünme başlangıcıdır. İsviçre şartları yok ki, başka bir amaç için İtalyanca, Fransızca, Almanca konuşanlar bir araya gelsin. Dil de ayrılırsa bizde ayrılık başlangıcı olur.

-Bu, ‘Kürtçe yasak olsun’ demek mi oluyor?
Hayır. Kürtçe hiçbir zaman yasak dil olmamalı; okutulması, okullarda öğrenilmesi serbest olmalı. Ana dilini iyi öğrenme imkânı Kürtlere verilmeli. Hatta belediyelere idari bir özerklik verilmeli, zaten kanunlarda da var. Bunun mahzuru olmaz. Yalnız kelimede kalmamalı. Osmanlı’da şöyle olmuştur: Mısır’a ‘Hidivlik’ denmiştir. Hâlbuki Osmanlı’nın gücü hemen hemen kalmamıştı. Onun için saltanat usulü valilik gibi bir şey uyduruldu. Buna da Avrupa dillerinde ‘dük’ karşılık gelir. Ama bu ayrılık, İngiltere’nin “Aslında biz sizden bir parça almıyoruz; Mısır bağımsızdır, orayı işgal ediyoruz.” bahanesine yol açtı.  Bir ayrılma olacaksa en son çare dağlamaktır. Çok ızdırap verir ama başka çare kalmamışsa dağlamak lazım.

-Bu konuda dağlamak nedir?
Referandumla ayrılmak. Ama ben bunun hakikaten, hele de bizde, çok daha ızdırap verici bir dağlama olacağını düşünüyorum. Bunu istemiyorum. Ama bir damla mazlum kanı dökülmeyi engelleyecek şekilde başka çare bulunmazsa, kan dökülmesindense dağlamak iyidir. Fakat bu PKK’nın korkutmasıyla değil, serbest olarak oy verilmesiyle olabilir. Ki bu, dediğim gibi, son çare. Fakat bizde iki taraf da bu olgunlukta değil. Bu yüzden bu dağlamaya mecbur olmak beni çok üzer. Kürtler-Türkler kaç yüz senedir, İdris-i Bitlisî ile Sultan Selim arasındaki anlaşmayla kaynaşmış ve birlikte yaşıyor. Kız alıp veriliyor. Çok karışma var. Bunlar arasında nasıl mübadele olabilir? Biz Hitler usulü bir ayrım yapamayız. ‘Buna Kürt kanı karışmış’ diyemeyiz. Zor bir mesele. Ancak gıllıgışsız bir İslami imanla olabilir. Kürt Müslüman aydınlarına çok iş düşüyor. Aslında belki Kürt akilleri toplanarak onlardan fikir alınmalı.

-Daha önce toplanan akil adamlar heyeti gibi mi?
O iyi niyetli bir teşebbüstü. Akiller diye gelişigüzel “Haydi bundan da olsun, bunun da çorbada tuzu olsun” diye bir alay kişi katıldı. Böyle değil. Yangının nasıl söndürüleceği, Müslüman Kürt kanaat önderlerinden dinlenmeli. Aydınlar diyerek bir fakültenin arka kapısından mezun olup siyasete atılmış kişiler değil. Tabii, medrese mensupları, toplumun benimsediği kanaat önderleri ve üniversitelerden işin ehli akademisyenler, din adamları toplanarak onlardan bir akil, bir istişare heyeti seçilerek fikir alınmalı. İngilizlerin İrlanda problemini çözmeye çalıştıkları gibi, sükûnetli, soğukkanlı ve iyi niyetli olarak hareket edilmeli. Daha öncekinde çok ilerlemişken, bizim akile hanım Kezban (eşi) da çok ümitliyken, “İngiltere-İrlanda örneğini elden bırakmayalım” diyen bir grup vardı. Maalesef birdenbire hepsi yelde savruldu. O zamanlar akillere iftira olarak söylenen “Her birine 42 bin lira verildi” söylemini bir kenara bırakalım. Ama yine de akiller devlete çok masrafa mal oldu. Hiç yapılmamış gibi bir yelde savruldu hepsi.

-İran’ın bu yeni dönemini, izlediği diplomasiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son zamanlarda İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin siyaseti çok hoşuma gidiyor. Allah bozmasın. Soğukkanlı ve iyi gidiyor. Ahmedinejad’dan daha yumuşak. İnancında olanları, insaf sahibi kişileri, özellikle Şii inancında olanları çok yaralayan Ayetullah Nemr’in idamı dolayısıyla İran’da bir ayaklanma oluştu. Halk, Suudi Arabistan elçiliğine hücum ederek, orayı yakmaya çalışarak hiddetini ifade etti. Ama Ruhani bunlara “Haydi aslanlarım. Gösterdiniz İran’ın gücünü. Biz şöyle asarız, böyle keseriz!” demedi. “Bu uluslararası hukuka göre bir suçtur, yapılmaması gereken bir harekettir.” dedi. Biz de öyle olmalıydık. İnşallah bundan sonra böyle olalım. Zararın neresinden dönülürse kârdır.

-Bu diplomasi ABD-İran ilişkilerini hiç olmadığı kadar iyi bir noktaya getirdi. Bu saflaşmada Türkiye geri plana mı itildi?
Bununla ilgili Twitter’a şaka yollu bir şey yazdım. Ona bile kızdılar. ‘Bizimle büsbütün alay ediyor’ dedi AK troller. “Emeriga ecemi ambara gomuştu, dimek ki içlerinde ağzı dualı var imiş ki, ambardan çıharttı ticaretin vebali yohtur amma gablinizden buğz idin!” demiştim.

-İran için birkaç sene öncesine kadar ‘ikinci evimiz’ deniliyordu. Bugün PKK’yı desteklediği iddia ediliyor. Değişimi nasıl okumak gerekiyor? İkinci ev ile bu kadar kolay küsülebilir mi?
Onu bir kere söylediler, bir daha tekerrür etmedi. Yine de o söz bana çok gaz verdi. Son günlerde o gaz tükendi artık. İran, PJAK ile savaşan bir ülke. PKK’yı nasıl desteklesin? İran’ın orada Kürtlere dokunduğu yok. İsmi Kürdistan olan bir eyaletindeki insanlara “Siz Kürt’sünüz” diye ayrılıkçılar baskı yapıyor, Azerbaycan da “Siz Türk’sünüz” diye kışkırtılıyor. Bundan 3 sene önce İran terörü önlemede birlikte davranma teklifinde bulundu. “Barzani ile görüşme içindeyiz. Biz İran’la işbirliği yapmayız.” havasına girildi. Şimdi “İran, PKK’yı destekliyor.” diyorlar. Tamamen yanlış. Bu tutarsızlık bizde kuraldır. Onun için şaşmamak gerekir.

-Türkiye’nin Rusya uçağını düşürmesine nasıl bakıyorsunuz?
Hata oldu. Bunu, devlete, yönetime karşı, yönetimi zor duruma sokmak için bile bile yapılmış bir hareket zannettim ve hemen öyle bir tweet attım. Bir de baktım ki ben de Putin hayranı(!) olmuşum. AK trol denen kişiler bana karşı hücuma geçti.

-Türkiye’nin Suudi Arabistan’ın kurmaya çalıştığı Sünni blokta olmasına İran uzun vadede nasıl tepki gösterir?
İşte bu çok tehlikeli. İran hiçbir zaman buna iyi gözle bakmaz. Türkiye’ye karşı İran’ın hiçbir zaman kötü bir davranış göstereceğini zannetmiyorum. İran’da uzun süre yaşamadım. 1978’de Şah’ın devrilmesine bir sene kala ilk kez gittim. 40 yaşındaydım. Bir müvekkilimin miras meselesi için gitmiştim. Türkiye’ye ve Türkiye’den gelenlere karşı bir düşmanlık görmedim. Sonra devrimin birinci senesiydi, davet etmişlerdi. Ecevit’in azınlık hükümeti döneminde milletvekilleri ve bakanlarla gitmiştik. Hiçbirisi için suç olmadı. Ama dönüşte benim 1402’lik olmamda İran seyahati etkili oldu.

-“Eskiden tarikat demek aynı zamanda Ehlibeyt sevgisi demek iken, artık ‘Muaviye de Ehlibeyt’tendir’ denildi ve her şey tepetaklak edildi. Suudi Arabistan etkisiyle bu gidiş epey kötü.” diyorsunuz. Suudi Arabistan’ın nasıl bir etkisi oluyor bu gidişata?
Şii-Sünni ihtilafını yumuşatmak gerekirken  maalesef Ayetullah Nemr’in asılmasında da kimsenin böyle bir niyeti olmadığı görüldü. Bizde böyle hava estiğine göre demek ki gene “en-nâsu alâ dîn-i mülûkihim”e uyuluyor. Bir zamanlar bizim Nakşibendi tarikatına mensup olduğunu söyleyen eski Sünni kanaat önderleri Vahhabiler için ‘kâfir’ diyordu. Hâlbuki İran Vahhabilere kâfir demiyordu. Sadece mezhebi eleştiriyordu. Hiçbir zaman İran’da ‘Sünniler kâfirdir’ denemez. Ama “Üç din ilkesinde birleşiğiz. Şu hâlde aynı dindeniz. Ama bizim imanımız daha kâmildir. Sünniler de imanlıdır, Müslümandır ama iki ilkede bizimle beraber değil.” der. Hâlbuki bir ilkede kelimeyi, terimleri bir kenara bırakırsak zaten Hanefilerle Şiiler aynıdır. Bir ilkede de hiç olmazsa batıl olmayan Ehlibeyt sevgisine sahip tarikat mensupları da 12 imamı kabul ettikleri için, Ehlibeyt imanı olarak kabul edilir. Said-i Nursi gibi. Ama Şii deyince ‘gulât’ı anlamamak lazım. İran’daki, Irak’taki Ehlibeyt mezhebini, 12 İmam mezhebini anlamak lazım. Bunlarla yani bu Şiilerle Hanefiler arasındaki fark hemen hemen çok azdır. İbadetteki ufak tefek farklar önemli değil. Ama günde 5 vakit namaz, 17 rekât farz aynıdır. Farz, oruç, hac, zekât aynıdır. Zekât dışında bir de humus vardır gelir vergisi olarak.

-Mezhep çatışmalarına karşı bir ön alma mı bu sözleriniz?
Hz. Ali’ye, 12 İmam’a affedersiniz ‘hıyar’ diyen, Hz. Ali için ‘geberdi’ diyenleri görüyorum sosyal medyada. Bir Sünni bunu nasıl diyebilir? Bunu diyen Sünni de olamaz. Vahhabi de demez bunu. Belki Haricî olmuştur sonradan. Dışarıdan gelen bir Haricî de olabilir. Her yazdığıma sürekli takiye yapıyorsun diye cevap veriyorlar. Alaylı bir şekilde cevap verdim: “İran’la Türkiye dost değildir desem, ‘Vay kâfir!’ diyecekseniz. ‘Dosttur, dost olmalıdır’ desem, ‘Sen fitnecisin’ diyeceksiniz. Biz Sünnilerden gelen bu gibi sözlere önem vermeyip gene Sünnileri din kardeşi biliyoruz. Sünni kardeşlerden de bekleriz ki, onlar da gulât-ı Şia denen kişilerin sözleriyle bize hücum etmesinler.” Bu sözlerime karşılık yine ‘takiye yapıyorsun’ dediler. Bu sözlerim de menfi AK trol tepkisine yol açtı.

Hukuk Profesoru Huseyin Hatemi 19 Ocak 2016 / Turgut Engin

Hukuk Profesoru Huseyin Hatemi 19 Ocak 2016 / Turgut Engin

Selam Rüşdi de IŞİD’çiydi

-IŞİD dünyanın dört bir tarafında saldırılar yapıyor. Bunu İslam adına yaptığını iddia ediyor. İslam ve Müslümanlık kavramlarının terörle anılması sizi rahatsız ediyor mu?
IŞİD, İslam’ın imajını, Batılılar ve Hıristiyanlar karşısında çok zedeliyor. Tabii kötü niyetliler de var. İslam gerçeğinin bu olmadığını bildikleri hâlde genelleştirerek “Bütün Müslümanlar böyle!” diyenler de var. 1980’li yılların ortalarından 87’ye kadar uzanan bir Selman Rüşdi olayı var. Bir Müslüman sözde aydınını, çok önemli bir edebiyatçıymış gibi gösterip dünya kamuoyunda önem vererek şişirdikten sonra korkunç kâfir kitabını, “Şeytan Ayetleri”ni yazdırdılar. Humeyni’nin fetvası o sırada bir tehlike uyandırdı ve korktular. Batı’ya düşman bir cihat hareketi doğar diye çekindiler. Şimdi kaleyi içeriden fethetme yolunu seçtiler.

-Selman Ruşdi’nin yapamadığını IŞİD mi yapıyor yani?
Selman Rüşdi de IŞİD’çiydi. O da İslam imajını zedelemek için ortaya çıkartılmış bir kuklaydı. Batı, şimdi kukla sahnesinin arkasına çekildi. Ebu Bekir Bağdadi de kılık değiştirmiş, başına siyah sarık sarmış, bir taraftan ‘Abbasi’dir bir taraftan ‘Hüseyni’dir diye palavralar uydurulmuş bir kukladır. Selman Ruşdi ile Bağdadi arasında sahip farkı yoktur. İkisinin de iplerini çeken beynelmilel emperyalizmdir. Bunu böyle görmemiz lazım ki, kuklayı çekene karşı ihtiyatta olalım. Oyuncak bir katil bebek vardı Chucky. IŞİD o katil Chucky’dir. Selman Ruşdi de yumoş görünen sevimli Chucky. Ama ikisi de aynı fabrikanın mamulatı. Fakat bizde ‘düşünememe’, ‘şekle bakma’ o kadar yaygın ki… IŞİD ilk duyulmaya başlandığında normal Sünniler IŞİD’çi olamayacak kişilerdi. İslam’ın- Sünniliğin, Şii keferesine (kâfir) karşı bir hareketi olarak gördüler. Yedi Şii camiine İstanbul’da kundak koydular. İkisine zarar verdiler. Birine çok büyük zarar verdiler. Tehlike büyüktü.

-Gerçek İslam bu değil diyenler, IŞİD’e ve katliamlarına neden engel olamıyor peki?
İran elinden geleni yapıyor, fiilen savaşıyor IŞİD’e karşı ama Türkiye’ye maalesef yine de yaranamıyor. Bir zamanlar Nevzat Tandoğan’ın söylediği, “Bu memlekete komünist lazımsa, onu da biz getiririz.” sözü hâlâ geçerli. Şimdi de bazı Sünniler IŞİD’le ilgisi olmasa bile maalesef “IŞİD’le mücadeleyi biz yapıyoruz ve ancak biz yetkiliyiz. Şiiler de IŞİD gibi bir şeydir, belki daha tehlikelidir. Şu hâlde onlara ne oluyor? Bu memleketten IŞİD’i sökmek gerekirse biz sökeriz, size ne oluyor?” diyor.

-Şiiler üzerinde bir IŞİD korkusuna sebep oluyor mu bu saldırılar?
Olmaz olur mu? Bende var mesela. Başlıca hedef Şiiler. Bu da IŞİD’in veya DAİŞ’in aynı milletlerarası odağın katil bebeği olmasından doğuyor. İran ve Şiilik bunların ilk düşmanı. Aleviler,  Şii-Sünni arasında kaldı. Kimisi Sünniliğe, kimisi Şiiliğe yakın bir harç olabilecekken Aleviler de bizim Türk toplumunun ihmaliyle o hâle getirildi ki, bunların da kanaat önderlerinin çoğu mangırdan başka bir şey düşünmedi. Mangırıye dinine iman ettiler. Kendilerine bir menfaat sağlansın istiyorlar. Ama Sünniliğe, diyanete düşman oldukları gibi, İran’a da belki de daha fazla düşmanlar. Ama hepsi değil. Bazı sahtekârları, Ali’siz Aleviler.

-Türkiye’de İslami düşüncenin seyrini nasıl görüyorsunuz? Özellikle son 10-15 yılda İslamcılık nasıl bir noktada?
Kötüydü, daha kötü oldu. Bunu da açıkça söyleyeyim, kızarlarsa kızsınlar. Türkiye’deki İslami hareketi en iyi temsil edenler de Hanefi iken Ehlibeyt mezhebini de kabul edenlerdir.

Hasan Karakaya’nın bir dosyası eksik olsun

-Sizi takiye ile suçlayanlardan biri de geçenlerde vefat eden Hasan Karakaya idi.
Bana çok hakaret etmişti. Ama ben acıdım, hakkımı helal ettim. Bir de benim dosyamla meşgul olmasın hiç değilse. Bana kötülük yapanlara umumiyetle ölünceye kadar hakkımı helal etmem. Benden önce ölünce, “Bu gece kabrine girdiğinde önüne kim bilir ne kadar dosya yığılmıştır. Bari bir dosyası eksik olsun.” diye düşündüm. Ama hakkını helal etmeyen çok var. Kullandığı ağır, iğrenç küfürler Müslümana yakışmaz. Ondan çok yaralanmış kişiler de ölmüş birine kötü şeyler söylememeli. İnsan üzülüyor, ardından bu kadar kötü laflar söylenen biri neredeyse Evliya Hasan Baba olacak. Belki ben de mübareği iyi anlayamamışım! Kabrine gidip mum yakmaktan korkuyorum.

Hilal Kaplan’ı Allah ıslah etsin

-Geçen günlerde Twitter’da Hilal Kaplan sizi Hizbullahçı olmakla suçladı. Trolleriniz olduğunu ve kendisine saldırdığınızı söyledi. Neye istinaden öyle bir ithamda bulundu sizce?
Hâlbuki ben ona öyle bir şey yapmadım. Benim trollerim de yok. Siyasi parti lideri de değilim. Ama kendisi basında maalesef trol rolünü üstlenmiş görünüyor. Hakkında sukut-ı hayale uğradım. Bunu yazdım Twitter’da. Başörtüsü yasağı zulmüne uğramış, kültürlü, iyi niyetli bir Müslüman hanım olarak görüyordum. Hatta İran’da birkaç sene önce toplanan bir ‘kadın sorunları uluslararası toplantısı’na onu teklif etmiştim. Döner dönmez İran’ı kötülemeye başlayarak beni de müşkül bir duruma getirdi. Son bir yıl içinde de Fatih Tezcan ile birlikte Şii karşıtı bir yaylım ateşine başladı. Allah ıslah etsin. Twitter’da çok kez açıkladığım gibi söylüyorum: Hizbullah’ın hiçbir çocuk, sivil, gayrimüslim katli vakası yoktur. Sadece muhaliflerle savaşır. Başındaki Seyid Nasrullah ahlaki kurallara titizlikle riayet eden bir zattır. Bu yüzden ben Hizbuşşeytancı, Hizbullahçı sayılırsam bana bunu söyleyenler de kendi anlayışlarınca Hizbullah olan DAİŞ’çilik ve IŞİD’cilik’in hayrını görsünler.

AK trollerden ölüm tehdidi alıyorum

-“Mağdur Müslüman gençlik, Hitler’in faşist gençliğine dönmeye başlıyor. Aldığım hakaret ve tehditler düzineyi geçti.” diyorsunuz. Hitler’in faşist gençliğine nasıl dönülüyor?
12 ölüm tehdidi aldım, Twitter’dan yazdığım tweetler üzerine. Çoğu AK trol tehdidi. “Kanuni Sultan Süleyman çok iyi yaptı Azerbaycan bölgesini Şiilerden temizledi, Yavuz Sultan Selim Şiileri öldürdü. Sıra sende.” diyorlar. Bunlar çok ağır şeyler. Hepsinin de hükümete yakın çevreden olduğu anlaşılıyor. Bunların hepsi utanmadan profillerine Osmanlı arması koyan AK troller. İnsan bir gecede 12 ölüm tehdidi alınca zıvanadan çıkıyor. IŞİD hayranlığı had safhada. Devekuşu siyasetinin sonu nedamet. Ahlaksızlık ve canavarlık yavaş yavaş din şartı sayılıyor. Bari bu gidişe bir çare bulunsun.

Ahlaklı olmayan kişiyi kamu görevinde bırakmamak lazım

-Değişmeyen bir ‘tabii hukuk’ söyleminiz var. Türkiye’de mevcut hukuk zemini buna müsait mi?
Bunu uygulamak zaten hukuk devleti olmanın gereğidir. Ama uygulanamıyor. Bu bilinç olmadığı için de emanetler ehline tevdi edilemiyor. Mesela belki bu akademisyenler arasında ülkenin iyiliğini isteyen ve hükümete nasihat verdiğini düşünen kişiler vardır. Bunlar gözaltına alınma ve üniversiteden atılma tehlikesiyle karşı karşıya. Ama diğer taraftan üniversitede yetkili saygın makamlarda olanların bir kısmı hükümetin de bildiği hâlde, yerlerinde bıraktığı ahlaken bir çivi konumunda olmayan kimselerdir. Bu konuda Hz. Ali gibi davranmak lazım. Ahlaklı olmayan kişiyi kamu görevlerinde bırakmamak gerekir. Ama Muaviye ahlakı hâkim. Çünkü o da ahlaksızlığına, soysuzluğuna bakmaz, kendi işine yarayıp yaramamasına bakar. Ben burada ferdî bir akademisyen bildirisi yayımlamıyorum. Bir Koçibey risalesini özet olarak alî makamlara basın yoluyla tevdi ve arz ediyorum. Vesselam. Baki Selam.

Sonunun Menderes gibi kötü olmaması için acıyorum

-7 Haziran’dan sonra iktidar partisinden “Artık ümidi kestim.” diyor ve iktidar yorgunluğundan bahsediyorsunuz bir röportajınızda. 7 Haziran’dan bu yana iktidara ve ülkeye dair ümidinizde bir değişiklik oldu mu?
Aynı şeyi şimdi de söylüyorum. Var olan şu üç kusur hâlâ giderilemedi: Dış politikada her an bir kıvılcım Türkiye’yi yangına sürükleyebilir. Bu durum önlenemedi. Belediyelerde, yerel yönetimlerde kamu yararına çalışması gereken görevlilerin rüşvet almaları, müteahhitlerle anlaşmaları önlenemedi. Bunlara bağlı olarak emanetlerin ehline tevdi edilmemesi söz konusu. Mesela aday adaylarından seçim yapılırken ümit veren kişiler değil, müteahhitlerle anlaşıp kendilerine bir menfaat kopartacak kişiler daha çok aday gösterildi. Dostça eleştiriyorum. Mesela hemen “Bunun zaten ne olduğu belliydi. İçinden dost değildi. Karagöz, yüzü dost, kalbi düşman.” dediler. Beni hep değişmez şekilde böyle görüyorlar. Hâlbuki dost yanlışı söylemeli ki başına bir şey gelmesin. Ben hükümete hâlen de düşman değilim. Ümidi kaybetmek demek, düşmanlık değildir. Acımak demektir. Sonunun Menderes gibi kötü olmaması için acıyorum. Ama buradaki kurtarıcı, yine İslam imanı olacak.

Tuğba Kaplan

Gazeteci/ Aksiyon Dergisi Politika, Sosyoloji, uluslararası ilişkiler, medya ve kültür dünyasından ünlü isimlerle gündemle ilgili aktüel röportajlar yapmaktadır. Ayrıca gündeme dair konuları farklı yönleriyle ele alan dosyalar hazırlamaktadır.

You may also like...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>