Bu acıları ne ara unuttuk?

Bu acıları ne ara unuttuk?

TUĞBA KAPLAN

27 Temmuz 2014, Pazar

Soma’da 301 insanın ölümüne sebep olan ihmaller nasıl göz ardı edilip unutuldu? Musul’da IŞİD’in rehin aldığı 50’ye yakın vatandaştan günlerdir haber yok. Kim hesabını soruyor? Vatandaş, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerine neden gitmiyor? Ve daha nice toplumsal olay karşısında, toplum neden tepkisiz kalmayı tercih ediyor?

“Dünyanın çok acı çektiğini görüyorum. Ama bunun nedeni, kötü insanların uyguladığı şiddet değil, iyi insanların suskunluğu.” diyor Napolyon Bonapart. Belki de  tam olarak bugünler için söylenmiş bir söz. Bugünün insanı ucu kendisine dokunan dokunmayan birçok olay karşısında mücadele etmek yerine sessiz ve hareketsiz kalmayı tercih ediyor. Oysa bir toplumun devamlılığını sağlayan en önemli etmenlerden biri de yanlış olana ortak tepki gösterme ve sorunlar karşısında ortak akıl oluşturmak. Bugün için duyarsızlığı bir yaşam felsefesi haline getiren esas unsur benliklerin merkez olduğu insan hayatları ve toplumlar olsa gerek. Dillere pelesenk olan ve yadigar kalan ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, Azıcık aşım kaygısız başım’ gibi atasözlerinden tutun da, ‘neme lazım’ ve ‘banane’ciliğe kadar varan,  toplumsal bakışı gösteren bir yığın söz ve söz öbeği bu şekilde tevil edilebilir. Bugün Türkiye’de yaşanan birkaç toplumsal olaya bakınca, toplumda kayıtsızlık, duyarsızlık ve hissizlik halinin hâkim olduğunu görmek mümkün. Mesela IŞİD’in Musul Konsolosluğu’nu basıp, 49 konsolosluk çalışanını ve ailesini  rehin almasının üzerinden 47 gün geçti.  Maalesef  bu olaya ortak tepki şimdiye kadar duyulmadı.             Soma’da 301 madencinin ölümünün üzerinin kapatılmasına neden engel olunmadı? 4 bakan ve oğlunun karıştığı yolsuzluk ve rüşvet iddiaları toplumun vicdanını hiç mi rahatsız etmedi? Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama asıl cevabı merak edilen, insanların neden ve nasıl duyarsız, hissiz ve kayıtsız hale geldiği. Böylesi bir toplumda tepkisizlik halinin ülkeyi sosyo-psikolojik olarak nasıl etkileyeceği.

Soruların cevabı için sözü konunun uzmanlarına bırakmakta fayda var. Sosyolog Nil Mutluer, bu duyarsızlık halini, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana olan zihniyetin devamı olarak görüyor. Ona göre bu kayıtsızlık hali,  Neoliberalizm ve yeni muhafazakârlıkla örtüşen bir durum.  “Bugün Kemalizm’i eleştirip, bir eşik atladığımızı düşünüyor olsak da, yeni örülen iktidar ve iktidar ilişkileri hâlâ aynı yapıda devam ediyor. Yani,  aktör değişirken, zihniyet devam ediyor.” diyen Mutluer, sorunu zihniyetin değişmemesine bağlıyor. Sosyal psikolog Lütfiye Kaya Cicerali toplumun bir kesiminin tepki verdiği kanaatinde. Gezi olaylarına, yolsuzluk-rüşvet skandallarına, Ergenekon/Balyoz davalarına, Soma felaketine ve  IŞİD’in vatandaşları rehine alması konusunda da tepki gösteren yine aynı kesim. Yoğun baskılar yüzünden tepkilerin şeklinin değiştiğini, sıklığı ve şiddetinin azaldığını düşünen Kaya “İnsanlar can derdine düştü. Tepki gösterip genç yaşında ölenleri, ağır yaralananları, işsiz kalanları görmek doğal olarak diğer insanların davranışlarını etkiledi.” yorumunda bulunuyor.

Uzman Psikolog Ruşen Nur Arıkan’a  göre ise yaşadığımız yüzyılda insanoğlunun en önemli sorunu ‘kayıtsızlık’ yani ‘hissetmeme durumu’. Bugün eşe, sevgiye, ilgiye, şiddete, yaşananlara, emeğe ve memleket meselelerine kayıtsızlık ise had safhada.

İnsanlar iktidarın kırmızı çizgilerini geçmeye korkuyor

Sosyolog Nil Mutluer: Daha önce içselleştirdiğimiz bütün korkular, baskılar devam ediyor. Sürekli devletin baskısının hissedildiği bir toplum var. İnsanlar refleks gösterebilir, ama gösteremiyor. Toplum sadece kendi gündelik hayatını kurmaya odaklanmış durumda. Neoliberalizm dediğimiz şey gündelik hayatta bizleri belli şeylere odakladı. Ekonomi ve gündelik hayata hapsolmuş durumdayız. Bunlarla uğraşmaktan toplumsal sorunlarla ilgilenemiyoruz. Birincisi baskı, ikinci olarak da gündelik hayat mücadelesi toplumsal sorunlarla ilgilenmenin, duyarlılığın önündeki engel. Bu, insanların duyarsız olduğu anlamına gelmesin. Toplum bundan sonra kendini kurmaya başlayacak. İnsanlar geçmişten bu yana yeni yeni bir araya gelmeye başladı. Müslüman, Laik, Kürt, Türk aynı çizgide buluşabildi. Ama aslolan bundan sonrası. Dediğim gibi devlet zihniyeti devam ediyor. Bu, alternatif üreterek yok edilebilir. Bunu Türkiye çeşitli yerlerde yeni yeni öğreniyor. Tepkiyle yıllar sonra ilk kez Gezi’de karşılaştı. 4 yıldır anayasasını yapamayan bu hükümet farklı olanları öyle bir ötekileştirdi ki, şimdi yeni ötekilerle alan açmaya çalışıyor. Kendini, iktidarını, gücünü kurtarmayı demokrasi sanıyor. İktidarın kırmızı çizgileri var, insanlar onu geçmeye korkuyor. Alanlar daraldıkça ve insanlar üzerinde daha çok baskı hissedince kendine küçük nefes alanları yarattığı için bu hiç çözülemeyebilir. Ama toplumu dışlamadan, toplumla beraber onların da ihtiyaçlarına göre yeni alternatif siyaset örülebilirse uzun vadede yol alınabilir. Ki şu an bunun ihtimali görünmüyor. Mesele yeni bir siyaset söyleminin varlığı. Egemen bir bürokratik zihniyet var. Bunun bedelleri de yıllardır ödeniyor. Baktığınızda hâlâ çözümü olmayan birçok sorun var. Müslüman olmayanlar ya da Aleviler hâlâ bu ülkede sorun yaşıyor. Mesela işçi ölümlerini konuşmuyoruz, sormuyoruz. Ve bunu konuşmak için alternatif arayanlar var. Bütün bunların oturup konuşulabileceği ortak alanlar geliştirmeli. Abant toplantıları ile bu ortak akıl kurulabiliyor ama yetmiyor. Zihniyeti değiştirmek için devlet algısını yıkmak lazım.

Kayıtsızlık ‘hiçbir şeyi değiştiremem’ düşüncesinin ürünü

Uzman psikolog psikoterapist Ruşen Nur Arıkan: Yaşadığımız yüzyılda insanoğlunun en önemli sorunu ‘kayıtsızlık’ yani ‘hissetmeme durumu’. Son yıllarda ‘boşluk depresyonu’ diye adlandıracağımız sorunla profesyonellere başvuranların sayısı giderek artmakta, artık kişiler ‘anlam’ sorunuyla başvuruyor.

Yaşamımızı anlamlı kılma çabamız ve anlam kaynaklarımız psikolojik gelişimimizi tamamlayan önemli bir basamaktır. Anlamlandırma duygumuzu kaybedersek yalnızlık, boşluk ve hiçlik duygumuz da büyür. Kayıtsızlık demek, hayatın anlamını yitirmesi demektir. Oysa günümüzde eşe, sevgiye kayıtsızlık, ilgiye kayıtsızlık, şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, memleket meselelerine kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık hat safhadadır. Elbette gelinen nokta kendi isteklerine, ihtiyaçlarına, iç dünyasına, mutluluğuna kayıtsızlıktır. Yabancılaşma, içsel olarak yoksullaşma ve daha da acısı ‘duygulanımsızlık’ kişinin yaşama yetisinin de yitimine yol açar. Kayıtsızlık ve duygu eksikliği dünyayı tehdit algılayan birisi için bir savunmadır, kaygının üstesinden gelmek için bir savunma. Cansız, kuru benlikler çoğalmaya devam ediyor. Canlılık ise dünya ile ilişki kuran, dünyayı etkilemeye ve değiştirmeye çalışan ve dünyadan da etkilenen, heyecanlanan kişilerin olduğu yerde görülen bir durum. Kayıtsızlık “Hiçbirşeyi etkileyemem ve değiştiremem” düşüncesinin ürünüdür ve bu durum ilişkiler ve gelecek için en büyük tehdittir. “Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.” demiş S.R.Smalley. Başkalarından uzak durabilirsiniz ama kendinizden değil. İçinizdeki bildiğiniz değil, bilmediğiniz sizi yönetir. Önce içinize sonra çevrenize bakın ve ilgi gösterin; yıkıcı bir sona doğru gitmemek için!

Tepkisizliğin nedeni korku ya da otoriteye karşı gelememe

Adli ve sosyal-organizasyonel psikolog Lütfiye Kaya Cicerali: Toplumdaki olaylar karşısında tepki veren bir kesimin dışında, tepkisiz kalan kısmındaki durumun ahlak gelişimiyle bağlantılı görüyorum. Gelişim Psikoloğu Lawrence Kohlberg insanların ahlaki gelişiminin aşamalı olduğunu söylüyor. Ona göre birinci aşamada insanlar cezadan kaçmak ya da ödül almak için belli davranışları gerçekleştirir, kurallar kesindir, sorgulanamaz, ya uyarsın ya da cezalandırılırsın. Bu düzey ahlak anlayışı daha çok çocuklarda görülür, ama ahlaki gelişimleri bu düzeyde kalmış erişkinler de bulunur. Yalnız cennete gidip cehennemden kaçmak için belli davranışları göstermek buna örnek olarak gösterilebilir. İkinci aşama yine daha çok çocuklarda görülür. Bu aşamada karşılıklılık ve kişinin ihtiyaçları ön plandadır. Rüşvet karşılığında insanların hakkını yemek, kendi finansal durumu zarar görmesin diye kendisine doğrudan etki etmeyen bir suçu görmezden gelmek örnek olarak verilebilir. Bundan sonraki iki aşama sırasıyla toplumda iyi yurttaş diye tanınmak için belli davranışları benimsemek ve otoriteye saygı duyarak kanunlara ve toplumsal kurallara uymaktır. Son iki aşama ise toplumsal kuralların ve kanunların yalnızca farklı inanç, görüş, ideolojilere sahip tüm bireylerin hak ve özgürlükleriyle çatışmadığında makul olduğunu öngörür. İnsanın belli davranışları benimsemesinin nedeni o davranışların evrensel etik prensiplere uymasıdır. Evrensel etik değerler yalan söylememek, aldatmamak, dürüst olmak, altruist olmak (kendinden önce başkalarını düşümek), hümanizm, hayvanları korumak, çevreyi korumak gibi tartışmasız tüm dinlerden tüm coğrafyalardan insanların benimseyeceği üst değerlerdir. Ancak bu son iki aşamadaki insanlar evrensel değerlere karşı suç işlendiğinde tepki verir, diğerleri korkudan, çıkarlarına uymadığı için ya da otoriteye karşı gelemediklerinden tepki veremez. Ünlü Sosyal-Bilişsel Psikolog Albert Bandura “Bir toplumda kimin model olacağını kontrol eden, toplum davranışını kontrol ediyor demektir.” der. Kısacası ancak ve ancak evrensel etik prensipleri olan, yani ahlaki gelişimleri üst düzey insanları model olarak topluma tanıttığımızda toplumsal değişim sağlanabilir.

 

Tuğba Kaplan

Gazeteci/ Aksiyon Dergisi Politika, Sosyoloji, uluslararası ilişkiler, medya ve kültür dünyasından ünlü isimlerle gündemle ilgili aktüel röportajlar yapmaktadır. Ayrıca gündeme dair konuları farklı yönleriyle ele alan dosyalar hazırlamaktadır.

You may also like...

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>